Ne kadar zaman geçerse geçsin anlayamayacağım bir tezat var: Bağrında onlarca millet barındırmış bir medeniyet üzerinden siyaset yapanların ve bu siyaseti destekleyenlerin ırkçılığa varan milliyetçi görüşleri benimsemeleri. Sebebi ne olabilir sizce; Osmanlı’yı anlamamak mı yoksa hassasiyetleri suiistimal mi?
İnsanların ırklarına ve milliyetlerine sınırların ötesinde sevgi ve bağlılık duyması fayda getirmediği gibi hem topluma hem de kişinin ruh hayatına zarar verebilecek bir hastalığa dönüşebilir. Öncelikle kişinin, sadece DNA’larından ötürü başka kişilere üstünlüğü olduğunu iddia etmesi başlı başına hastalıklı bir durumdur. Hastalıklı bir durumdur zira bu durum zamanla diğer insanları beğenmemesine, hakir görmesine ve diğer herkesi kendisine hizmet etmek zorunda olan değersiz varlıklar olarak düşünmesine sebep olur. Yakın geçmişte bu hastalığın insanlığın büyük bir kısmında görülmüş olması ve o topluluğu yönetenlerin de bu zaaftan faydalanmaları veya aynı zaafa sahip olmalarından ötürü tarihin en kanlı savaşının temel taşları döşenmişti. Bu anlamsız savaşlarla devletler yıkılmış, milyonlarca insan öldürülmüştü.
Ne yazık ki bugün ülkemizi yönetenler Fatih’i örnek aldıklarını söyleyip, Nemrut’u andıran bir idare sergiliyorlar.
Ten rengi, yüz yapısı ve fiziki özellikler başkalarına karşı iftihar meselesi olmadığı gibi atalarının yaptıkları işler de insanlar için övünç veya utanç meselesi olmamalıdır. Konunun daha net anlaşılabilmesi için şu örneği verebilirim: Küçük yaşta bir öğrenciyken sınıfımıza yeni bir öğretmen geldiğinde sıra ile sınıfta bulunan öğrencilere bazı bilgileri sorardı. İşte bu noktada bir eğitimcinin yapmaması gereken çok büyük bir hata yapar ve anne babalarının mesleğini de sorardı. Öğrencilerden annesi babası eğitimli olanlar veya muteber işlerde çalışanlar peşinen öğretmenin gözünde değerli hale gelir, üstelik diğer öğrenciler belki ailelerinin bile tercihi olmayan mesleklerden ötürü utanırlardı. Geçmişte işlenmemiş bir suçtan yargılanıp mahkûm edilmek gibi. Oldukça tanıdık değil mi?
Geçmişe Takılıp Kalanın Geleceği Olur mu?
Büyüklerimiz sık sık kendi gençlik dönemlerine atıf yaparak eski günlerini özlemle yad eder ve özellikle eski bayramların daha güzel olduğundan bahsederler. Osmanlı Devleti üzerinden resmedilen geçmiş güzellemesi de bence o günlere olan özlemden kaynaklanıyor.
Kıtalara yayılmış bir imparatorluğun torunları olarak bugünkü sınırlarda ve dünya üzerinde yeterince söz sahibi olmamanın zayıflığıyla yaşamak birçok kişi için utanç verici olarak görülüyor. Böyle olunca da o dönemin kuralları ya da yönetimi ile yaşanırsa bazı şeylerin düzeleceği sanılıyor. Lakin birçoğunun gözden kaçırdığı gerçek şu ki; zaten Osmanlı devleti ve benzeri birçok devletin yıkılmasının temel nedeni de burada yatıyor. Bulundukları çağa ve gelişmelere ayak uyduramamak… Ayrıca şunu da belirteyim ki o dönemin kudretli devletinde yine en büyük zorlukları çekenler, hayat standardı ve kalitesi en altta olanlar Türk aileleri ve yerleşimleriydi. Kabul etmek zor olsa da basit bir araştırmayla görülecek ki Osmanlı devletinin yönetim alanında yer alan gelir seviyesi yüksek kişilerin çoğunluğu Türklerden değil başka milletlerden oluşuyordu.
Milliyetçilik üzerinden siyaset yapanlarca, halka, hiç görmediği ve yaşamadığı fakat geçmişte bir dönem atalarının yaşadığı iddia edilen ortamlar vaat ediliyor. Kimi gerçek kimi yalan olsa da halk hep geçmişin efsaneleriyle benzeşen dönemlerde yaşamayı hayal ediyor. Şimdiki yaşam standartlarıyla kesinlikle bağdaşmayacak bir yaşantının, kulaktan dolma bilgilerle toz pembe hale getirilen ütopyasını hayal ediyor. Hayal ediyor etmesine ama pratiğe döküldüğü zaman asla kabul etmeyeceği şartlardan habersizce istiyor bunları.
Aynı Hedeflere Farklı Davranış ve Karakterlerle Ulaşılabilir mi?
Gençliğimin şekillendiği dönem ve çocukluğumdan beri icra ettiğim meslek itibariyle milliyetçi ve tarihine bağlı biri olarak yetiştim. Köklerime sadık ve saygılı olsam da özellikle son dönemde sıkça duyduğum Osmanlı, Selçuklu ve diğer eski Türk devletlerine olan özlem ve hayranlık ifadeleri artık bana antipatik ve afaki gelmeye başladı. Çünkü bu argümanları kullananlarla, benim öğrendiğim tarihteki karakterler arasında baştan aşağıya zıtlıklar var. Üstelik maalesef bu zıtlıklar dar bir çerçevede değil, toplumun büyük bir kesimine yayılmış durumda.
Müşterisine kusurlu malı yeni ürünmüş gibi satan, komşusuna gelen müşteriyi dalavereyle kendi dükkânına yönlendiren esnafın Fatih Sultan Mehmet döneminin ticari ahlakından bahsetmesi…
Bir lokma bir hırka üzerinden siyaset yapan, halka hizmetkar olup, sıcak yatak görmeyeceğini vaat eden politikacı ve bürokratların Nemrut kadar gaddar, Firavun kadar kibirli, Karun kadar zengin olması…
Örtünün altına gürzünü saklayıp padişaha adalet dersi veren kadıları dilinden düşürmeyen hakimlerin, en büyük zalimlere rahmet okutması…
Nefi, Ömer Hayyam, Ziya Paşa gibi düzenin yanlışlarına karşı korkusuz olmalarıyla övünen gazeteci ve sanatçıların çarkın dişlileri haline gelmesi ve zulmün borazanlığını yapması ne tarihle örtüşüyor ne de beyan – fiil bağlamında tutarlı oluyor.
Sözü edilen güzel hasletlerin hepsine karşı duyarsız kalarak, bu yönleriyle tarihe mal olmuş kişileri kendi çıkarlarına alet edip, onların torunları olmakla övünmek sömürüden başka bir şey olmasa gerek.
Tabii bu tabloya bir de tersinden bakılması gerekli. Keşke, bugünün vasıflarını kuşanarak, geçmişin kurallarıyla yaşama hayalleri kuranlar için bir simülasyon yapılabilse de izlesek. Ortaya eminim ibretlik tablolar çıkacaktır. İşte o zaman görecektik, klavye başında sınırlara yeni şehirler katanların askerlikten nasıl firar edip saklandıklarını, sokaklarda kaç kişinin elinin, dilinin kesik dolaştığını…