Suriye’de Ne Oluyor, Türkiye Ne Yapıyor?

Kaybedenler Savaşı | Parametreler – Endişeler

  • Suriye: Kaybedenler Savaşı

    Suriye’de Ne Oluyor, Türkiye Ne Yapıyor? – 1

    Suriye’de 2011 yılından bu yana devam eden savaş, başta Suriye’ye komşu ülkeler olmak üzere, Ortadoğu’yla bir şekilde bağı bulunan birçok dünya ülkesini etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Türkiye’de 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin, Suriye’ye yönelik politikaları ne akan kanın durmasına ne de sınır güvenliğinin sağlanmasına hizmet etti.

    Arap Baharı

    Aslına bakarsanız hiç kimse “Arap Baharı” denilen sürecin Türkiye’yi bu denli etkileyeceğini öngörememişti. Oysa 2010 yılında Tunus’ta ilk eylemler boy verdiğinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin Mısır ile sürdürdüğü ilişkilerini Müslüman Kardeşler örgütü üzerinden yürütmesi başlı başına çarpık bir politika olarak ortadaydı.

    Uluslararası ilişkilerin baş aktörü olan “devlet” yerine kişilerin ve parti örgütünün ön plana alınarak politika üretilmesi, yaşanacak sıkıntıların ilk işareti idi. Nitekim askeri bir darbe ile Mısır’da yönetim el değiştirdi. AKP iktidarının özel ilişkiler geliştirdiği Mursi hükümeti devrildi ve düşmanca söylemler kullanılan Sisi iktidarı ülkeyi yönetmeye başladı.

    Bu söylem değişimi Arap Baharı sürecinde Türkiye’yi merkezi konumda bulunma fırsatından mahrum eden önemli etkenlerden birisi oldu. Erdoğan iktidarının yanlış Mısır politikasının, Türkiye’yi içerisine soktuğu darboğaz zamanla net bir şekilde ortaya çıktı ve Suriye’de patlak veren savaş sürecinde de yeni bir boyut kazandı.

    Ateşi Körükleyen Ülke

    Bugün gelinen noktada Türkiye, dünyanın süper güçleri nezdinde Ortadoğu ve Suriye politikasının şekillendirilmesi sürecinde, bölgesel bir güç olmaktan uzak ve stratejik iş birliği yapılamayacak derecede güvenilmez hale geldi. Her gün farklı bir boyuta taşınan Suriye’deki karışıklıkta “ateşi körükleyen ülke” görüntüsü ile istenmeyen aktör konumuna geriledi.

    Bu konumdan çıkmak için gösterilen gayretler ise yeterli olamadı. Zira küresel sonuçlar doğuran bölgesel bir karışıklığın “komşu ülke” pozisyonunda belki de en çok etkileneni olan Türkiye, devlet aklını işletemedi. Çünkü Erdoğan, Suriye politikasını adeta parti programları ve istihbarat oyunları ile yönetme şövalyeliğine soyundu. Ve hala da bundan vazgeçmiş değil.

    AKP iktidarının iç politikada kendisine taraftar ya da oy toplama açısından oldukça etkili olan hamasi söylemleri, bölge ülkelerini rahatsız etti/ediyor. Bu durum küresel güçler tarafından ise bir müddet duymazlıktan gelindi. Fakat bunun çok uzun süremeyeceği malumdu.

    Komşu Kim?

    Suriye’nin kuzeyindeki toprak parçaları defalarca el değiştirdi. Etnik ve dinsel ayrılıkçılığın türlü tonlarının görüldüğü bayraklar sınırımızın güneyinde dalgalandı durdu. Yanı başımızdaki alevleri söndürmek kaygısını bir kenara bırakıp yangına körükle giden AKP iktidarının gerek Türkiye’de gerekse Suriye’de oluşturduğu tahribatın boyutları ise gün geçtikçe daha görünür hale geldi.

    Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, artık sadece bir göçmen krizi ve sınır güvenliği başlıklarına sığdırılamayacak kadar geniş. Milli menfaatler, bireysel çıkarlara ve parti ikbaline kurban edildi. Halkın misafirperverlik duyguları, radikal bir tahammülsüzlük güdüsüne evrildi. İç siyasette çözümsüzlük, dış siyasette ise güvensizlik sarmalı içine girildi. Artık bundan sonra Türkiye’nin, Suriye meselesi üzerinden her türlü sürpriz kayıpla karşılaşma olasılığı oldukça yüksek.

    Kaybedenler Savaşı

    11. yılında Suriye meselesi, kazananı olmayan bir savaşa evrildi. Aslında bu süreci tanımlarken kazanmaktan ziyade kaybetmek fiilini kullanmak daha isabetli olacaktır. Evet, Suriye meselesi bugün kaybedeni çok olan bir hal almıştır.

    Olan bitene müdahale etme gücüne sahip olmayan halk kitleleri, etnik ya da ideolojik motivasyonunu muhafaza eden kesimler, Araplar, Kürtler, Türkmenler, Aleviler, Esad rejimi… Hiçbir kesim yaşanan sürecin sonunda mutlu değil. Kayıp vermeyen, fakirleşmeyen ya da üzülmeyen bir kesim yok.

    Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)

    BMGK, savaşı durdurmak ya da insani müdahalede bulunmak noktasında Suriye’de uygulanmak üzere etkin bir karar alamamıştır. Rusya ve Çin’in bölgedeki gelişmelerde Batılı ülkelerden farklı politikalar izlemesinin bunda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum bölgedeki gelişmelere müdahil olan ülkelerin müstakil ya da koalisyonlar şeklinde hareket etmesinin önünü açmıştır.

    Şark Kurnazlığı

    Türkiye bu süreçte önce ABD ve Batı koalisyonu içerisinde yer alarak sınırındaki gelişmelere müdahil olmakla birlikte, zaman zaman da Rusya’nın bölgedeki politikaları doğrultusunda hareket etmeyi tercih etmiştir. Nitekim 2015’te Rusya’nın Esad’ın yanında aktif olarak gelişmelere müdahale etmeye başladığı süreçte AKP iktidarı çok ilginç bir politika yürütmüştür:

    • Esad’a, PKK/PYD’ye, IŞİD’e karşı,
    • Batı’nın, ABD’nin ve eş zamanlı olarak Rusya’nın yanında,
    • Diğer taraftan da bölgedeki birçok cihatçı grubu destekleyen görüntüsü ile iktidar bütün dünyayı şaşkınlık içinde bırakmıştır.

    Şark kurnazlığı olarak adlandırılabilecek bu ikili (hatta üçlü) yaklaşım, doğaldır ki Batılı devletler tarafından samimiyetsiz bulunmuştur. Nitekim AKP iktidarının tutarsız politikalarının yansımaları birçok uluslararası toplantıda dünya ülkeleri tarafından da dile getirilmiştir.

    Mesela, 2021 yılının Ekim ayında, yani Suriye iç savaşının başlamasından 10 yıl sonra yapılan BMGK toplantısında ülke temsilcilerinin sarf ettiği sözleri buraya not edebiliriz:

    • Çin: “Suriye’deki işgalci Türkiye’yi uluslararası hukuka uymaya çağırıyoruz.”
    • İran: “Suriye’deki işgalci yabancı askerler ülkeyi derhal terk etmeli.”
    • Suriye: “Türk işgal güçleri ve kullandığı teröristler Suriye halkına yapılan insani yardımı engelliyor.”
    • Rusya: “Şam yönetimi yükümlülüklerini yerine getiriyor.”
    • ABD: “Suriye hükümeti anayasa konusunda samimi değil.”

    İddialara karşı Türkiye’nin BM Daimî Temsilcisi Feridun Sinirlioğlu’nun sözleri ise tatmin edici olmaktan oldukça uzak: “Bizim uluslararası insani hukuku ihlal edenlerden ders almaya ihtiyacımız yok.” Yıllardır aynı tezler öne sürülüyor, aynı ithamlar ve aynı cevaplar dillendiriliyor, fakat kimse kimseyi dinlemiyor. Tam bir sağırlar diyaloğu. Peki, Türkiye’nin Suriye meselesinde “kara” bir noktaya sürüklenmesinde etkili olan parametreler neler? Hariciye, MİT, STÖ’ler, Türkmenler, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Türkiye’deki Suriyeliler, IŞİD-El Nusra vb cihatçı yapılar, PKK-PYD… Kısaca da olsa tek tek bunlara değinmekte yarar var. Ama önce Suriye’de ne oluyor ve Türkiye burada ne yapmaya çalışıyor sorusuna cevap aramalıyız. Türkiye, komşu ülke Suriye’deki gelişmelere hangi pencereden bakıyor? Hangi parametrelerle çözüm (!) arıyor?

  • Türkiye Suriye İlişkilerinde Parametreler

    Suriye’de Ne Oluyor, Türkiye Ne Yapıyor? – 2

    Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri nasıl izliyor? Bu sorunun cevabını bir çırpıda verebilmek çok güç. Zira Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerinin seksenli yıllardan itibaren ortaya çıkan niteliği bu güçlüğü önemli ölçüde belirginleştirmekte.

    Suriye ile var olan komşuluk ilişkilerinin ve Hatay meselesinin her dönemde farklı bir desende ortaya çıkması, PKK terörü ile bambaşka bir boyut kazandı. Topraklarında PKK terör örgütünün liderini ve elemanlarını barındıran Suriye’ye karşı uzunca bir dönem kimi zaman ihtiyatlı ama çoğunlukla da sert bir dil kullanıldı. Nihayet doksanlı yılların sonlarında Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ile iki ülke ilişkileri yeni bir kriz doğmadan normalleşme sürecine girdi.

    Kardeş Esad – Katil Esed

    Erdoğan, AKP iktidarının 2002-2011 döneminde, Türkiye ile Suriye arasındaki ihtiyatlı diyaloğu, birdenbire denebilecek bir biçimde, söylemde “kardeşlik” seviyesine çıkardı. Karşılıklı iltifatlar ve ziyaretlerle bir “bahar” sürecine girildi. İki ülke halklarının da hoşnut kaldığı bu gelişme tıpkı başlaması gibi hızla bozuluverdi. 2011 yılından itibaren ise Erdoğan’ın söylem ve uygulamalarından ötürü, komşu iki ülkenin tarihlerinde hiç görülmediği kadar açık bir düşmanlık rüzgârı esmeye başladı. Sadece Erdoğan’ın değil, diğer iktidar bürokratlarının ve siyasetçilerinin söylemleri de sertleşti. Tehditlerin dozu her geçen gün arttı. Erdoğan’ın, savaş öncesindeki “kardeşim Esad” iltifatının yerini savaş başladıktan sonra “katil Esed” nefreti aldı.

    İş bununla da kalmadı Suriye’deki iç karışıklığa etki eden doğrudan müdahaleler gündeme geldi. Rejim muhalifi yapıların (ki bazılarının terörist örgütler olduğundan kimsenin şüphesi yok) desteklenmesinde AKP Hükümetinin keyfi bir politika gütmesi, Suriye’ye yönelik düşmanca söylemlerin eyleme dönüşmesi, iki ülke arasındaki bütün iletişim kanallarını kapattı. Tarihin hiçbir döneminde iki ülkenin ilişkileri bu seviyede bozulmamış ve düşmanlık sınırına dayanmamıştı.

    Mağdurlar

    Komşu iki ülke arasındaki düşmanca tutumun doğal olarak birçok da mağduru çıktı ortaya. Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin darmadağınık bir hal aldığı Suriye meselesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının psikolojileri alt üst oldu. Gerek insani dramlar gerekse AKP iktidarının içine düştüğü acziyet, halkın devlete olan güvenini zedeledi. Türkiye’deki (özellikle Hatay, Adana ve Mersin’deki) Aleviler, Suriye’de olup bitenleri ve AKP Hükümetinin takındığı tutumu kaygıyla izledi. Türkiye’deki Kürtlerle akrabalık ilişkileri olan, sınıra yakın bölgelerdeki Suriyeli Kürtler de gelişmelerin ilk elden ve doğrudan mağduru oldular. Tıpkı Suriye’nin muhtelif bölgelerindeki Türkmenler gibi

    Türkmenler

    AKP iktidarının “Suriye’deki Türkmenler” politikası da başlı başına bir fecaat. “Soydaşlarımız” denilen bu halkın hakkını, hukukunu korumak, can güvenliklerini sağlamak noktasında nasıl bir politika yürütüldüğü ise meçhul.

    Türkiye Türkmenlere yardım ediyor mu, etmiyor mu? Hangi yardım malzemelerini ulaştırıyor? Gıda, ilaç, barınma vb. ihtiyaçlarını karşılayabiliyor mu? Silah yardımı yapıyor mu? Silahlı eğitim veriyor mu? Siyasal ve moral destek anlamında şimdiye kadar neler icra edildi?

    Bunlar gibi pek çok soru ve karmaşık pek çok cevap önümüzde yığılı vaziyette. Mesela bu noktada, 2014 yılı ocak ayında Adana ve Hatay’da durdurulan silah ve mühimmat yüklü tırlarla ilgili olarak AKP Hükümeti yetkililerinin yaptıkları çelişkili açıklamaları nereye koyacağız? “O tırlarla Türkmenlere insani yardım gidiyordu” denildi. Oysa o tırlar Türkmenlere gitmiyordu. İçlerinde de insani yardım değil savaş malzemesi vardı. Zaten Türkmen yetkililer de o tarihlerde kendilerine ne silah ne de insani yardım ulaştırılmadığını açıkladılar.

    Türkmenlerin adını kullanarak politika üreten AKP Hükümetinin gerçekte neyi amaçladığı ile ilgili olarak, pek çok şey söylenebilir. Nihai gerçek şu ki; Suriye’deki gelişmelerin takipçisi olan Türk halkının duygusal bir bağ da kurduğu Türkmenler, bir de isimleri politika malzemesi olarak kullanılıp AKP yöneticileri tarafından mağdur edildi ve bölgede savaşan değişik grupların hedefi haline getirildiler.

    Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar

    AKP iktidarı, başta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olmak üzere Suriye rejimine muhalif yapıların toplantılarına Türkiye’nin ev sahipliği yapmasını sağladı. Bu tutum başlangıçta belki anlaşılabilirdi. Fakat Suriye’nin egemenlik haklarına yönelik açık tehditler ve hasmane tutumlar AKP iktidarı tarafından T.C. devletinin mantık süzgecinden geçirilmediğinden dünya nezdinde halen meşruiyeti devam eden Suriye hükümeti ile Türkiye’nin ilişkilerini “düşmanlık” seviyesine itti. Böyle olunca sayıları milyonlarla ifade edilen Suriyeli mültecilere Türkiye’nin kucak açması ve yüklerini sırtlanması da göze görünmez oldu.

    Kucak açmak problemleri çözmedi, çözemiyor. Açlığı ve sefaleti yaşayan binlerce Suriyeli mülteci ilk başlarda, Türkiye metropollerinin değişik bölgelerinde ve halkın gözlerinin önünde perişan haller sergiledi. AKP iktidarı bu manzarayı istismar etmek isteyenlere adeta bir fırsat sunmuş oldu. Hem mültecilere bekledikleri yardımı yapmadı hem de “eğit-donat” politikası ile Suriye’nin legal yönetimine karşı savaşmak üzere silahlı unsurların eğitimini gerçekleştirmeye talip oldu. Çelişkilerle, eksikliklerle ve yanlışlıklarla dolu bir politikanın sonucunda ise Suriye’de yanan ateşi körükledikçe körükledi.

    Başlangıçta insani bir dram olarak görülen Suriyeli sığınmacılar meselesi, özellikle 2020’li yıllardan itibaren bir göçmen karşıtlığına dönüştü. Sokaklarda kriminal hareketlilikler boy vermeye başladı. AKP iktidarı tarafından seçim yatırımı olarak Suriyeli sığınmacılara T.C. vatandaşlığı verilmesi meselesi spekülatif siyasi tartışmaların merkezine girdi.

    Oysa AKP Hükümeti, Suriye’de istikrarın sağlanması adına dünya ülkeleri tarafından oluşturulan koalisyonda aktif rol almak istemişti. Bu heves Erdoğan’ın bölgede inisiyatif kullanmadaki pervasızlığından ötürü samimiyetsiz bir görünüm kazandı ve gelişmeleri yakından takip eden dünya devletlerinin tepkisini topladı.

    Hariciye

    Siyasal iktidarın Suriye politikasının belirlenmesi ve yönetilmesinde devlet aklını ve Hariciye birikimini kullanmadığını görüyoruz. Bunun temel nedeninin Erdoğan’ın yönetim anlayışı olduğunu söyleyebiliriz.

    Erdoğan, önce Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı olarak birçok yanlış uygulamaya imza attı ve süreç içerisinde bu yanlışlarında diretti. Suriye’deki karmaşanın sona erdirilmesi adına dünya ülkeleri arasında bir şekilde sağlanan mutabakatın çerçevesi, bizzat Erdoğan tarafından bozuldu. İç kamuoyunda AKP iktidarının çok güçlü olduğu imajını oluşturmak adına hamasi söylemlerle Esad rejimi tahrik edildi. Keyfi, kontrolsüz ve sorumsuz uygulamalarla, Suriye’de kaynayan kazanın altına odun atıldı. Bu esnada, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Hariciye teşkilatı, Silahlı Kuvvetleri ve İstihbarat teşkilatları iktidar partisinin parti içi siyasal organları gibi kullanıldı.

    Yaşanan bu süreçte Türkiye’nin Dışişleri (Hariciye) Bakanlığı Suriye’de yürütülen resmi devlet politikasının bürokrasi ayağını oluşturuyor görüntüsüne sahipti. Fakat reel politika hariciye bürokrasisinin birikimi ile değil, Erdoğan’ın ihtiras ve beklentileri ile istihbarat teşkilatının becerileri üzerinden gelişti. (Burada “beceri” derken, kelimenin pozitif/kitabi anlamına değil istihbarat teşkilatının imkân ve kabiliyetlerini kullanmada ortaya koyabildiği “kudret”e atıf yapıyoruz.) Sahadaki durum bugün de farklı bir noktada değil.

    STÖ’ler ve Şirketler

    Bölgede insani yardım çalışmaları yürüten Türk Kızılayı’nın faaliyetlerinin hangi nitelik ve nicelikte olduğunun kamuoyuna duyurulmasında yetersiz kalındığı açık. Kızılay dışında sivil toplum örgülerinden kimlerin faaliyetlerinden bahsedilebilir diye baktığımızda ise ilk göze çarpan İnsani Hak ve Hürriyetler Vakfı (İHH) oluyor. Fakat adının hep selefi-cihatçı kişi ve gruplarla birlikte anılıyor olması akıllarda birçok soru işareti bırakıyor. Gerçi bu soruların İHH yetkilileri nezdinde pek bir anlamı yok. Çünkü AKP Hükümeti tarafından faaliyetlerinin desteklenmesi onlara yeterince cesaret aşılıyor. Diğer sivil toplum örgütleri ise sadece AKP’nin gizli akreditasyonunu aşabildikleri ve siyasal ya da pragmatik iş birliğine yanaştıkları ölçüde görülebiliyorlar bölgede.

    28 Şubat 2012 tarihinde emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi ve 23 emekli subay ve astsubay tarafından kurulan “Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi” kısa adıyla SADAT da Suriye’de faaliyetleri görülen şirketlerden birisi. Ayrı bir çalışmada ele alınması gerektiğini düşündüğümüz SADAT’ın Suriye’deki çalışmalarıyla ilgili olarak sadece organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in 30 Mayıs 2021’de yayınlanan videosunda dile getirdiği iddialarını hatırlatmakla yetinelim. Peker o konuşmasında, kendisinin Türkmenlere gönderdiği yardım malzemesi taşıyan tırlarla birlikte, içerisinde El Nusra’ya gönderilen silahlar bulunan başka tırların da Suriye’ye gönderildiğini ve bu silah sevkiyatının SADAT’ın da içinde olduğu bir ekip tarafından organize edildiğini söylüyor.

    Çatışma bölgesine gönderilen malzemelerin (içeriği ne olursa olsun) güvenlik kontrolüne tabi olduğu düşünüldüğünde, Peker’in açıkladığı türden sevkiyatlarla Suriye’ye hangi cins ve miktarda neler gönderildiğini şimdilik bilmiyoruz.

  • Suriye Sınırında Endişeler

    Suriye’de Ne Oluyor, Türkiye Ne Yapıyor? – 3

    Türkiye – Suriye ilişkilerindeki parametreleri ele almaya devam ediyoruz. Ama bu sefer parametrelerin yol açtığı endişeleri de dile getirmekte yarar var. AKP iktidarının Suriye politikasını yürütürken sadece istihbarat ihtiyacını karşılamak için değil politik ve operasyonel bir güç aktörü olarak da kullandığı istihbarat teşkilatından başlayalım.

    Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT)

    13 Mart 2014 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış İşleri Bakanlığında gerçekleştirilen bir toplantının ses kayıtları medyaya sızdırıldığında, AKP İktidarı tarafından selefi-cihatçı terörün hangi seviyede desteklendiği de otaya çıkmış oldu. Bu ses kaydında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Suriye tarafına dört adam gönderip Türkiye topraklarına sekiz füze attırarak, birilerini de Süleyman Şah Türbesine saldırtarak “savaş gerekçesi” üretmekten bahsediyordu. Ve toplantıya katılan üst düzey yetkililer de (Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler) bu tezleri destekler mahiyette sözler sarf ediyordu.

    Fidan, aynı ses kaydında ayrıca Suriye rejimine karşı savaşan unsurlara gönderilen yaklaşık 2000 tır dolusu malzemeden de bahsediyordu. Bu konuşmanın yapıldığı tarihten sonra Türkiye sınırları içerisinde yaşanan gelişmeler bu sayının çok daha yüksek bir seviyeye ulaştığının işareti olarak görülebilir.

    Nitekim hatırlanacağı üzere Türkiye’den Suriye’ye yasa dışı bir biçimde silah ve bomba taşındığı ihbarı üzerine 2014 yılının ocak ayında Türkiye Cumhuriyeti topraklarında, Hatay ve Adana illerinde durdurulan tırlar içerisinde silah, mühimmat, roket ve füze mermileri taşındığı da tespit edilmişti.

    Yakın zamanda, 13 Ocak 2020 tarihinde MİT Başkanı Hakan Fidan ile Suriye Ulusal Güvenlik Bürosu’nun başında bulunan Ali Memlük, Moskova’da bir görüşme gerçekleştirdiler. Basına yansıyan bilgilerde, bu görüşmede Türk tarafının Suriye sınırındaki YPG varlığının sona erdirilmesi, Suriye tarafının ise Türkiye’nin Suriye topraklarından tamamen ayrılması görüşlerinin dillendirildiği belirtildi. Yani baştan beri sahada değişen bir şey yok.

    Siyaset Kuran İstihbarat!

    AKP iktidarının Suriye politikasını yönetmek için öncelikle ve işlevsel olarak kullandığı aracın Dışişleri ya da başka bir bakanlık teşkilatı değil de istihbarat teşkilatı (MİT) olması ve yürütülen yanlış politikaların siyasal iktidar tarafından değil de devletin istihbarat teşkilatı tarafından icra edilmesi iç kamuoyunda seçim yatırımı olarak değerlendirilmiştir. Şöyle ki; ortaya çıkması muhtemel yanlışlıkların faturasının AKP Hükümetine ya da siyasal bir parti olarak AKP’ye kesilmemesi için MİT’in etkili bir araç olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Hatta bu uygulamayı desteklemek üzere MİT kanununda birtakım değişiklikler yapılarak hem istihbarat teşkilatının çalışanları dokunulmazlık zırhına büründürüldü hem de teşkilat operasyonel yetkilerle donatıldı.

    Bölgede yaşanan gelişmeler bağlamında politika üretilmesinde, gelişmelerin yönlendirilmesinde ve ülkeye olan muhtemel etkilerinin değerlendirilmesinde yasama ve yürütmenin etkin olmadığı görülüyor.

    Var olan yasalar rafa kaldırılarak, yapılan ya da yapılmak istenen işe uygun kılıf, yani yeni yasalar hazırlandı. Kimi zaman buna da gerek duyulmadan oldubittilerle, gizlilikle ve ketumiyetle yola devam edildi. AKP Hükümeti, işte bu anlayışın bir neticesi olarak, Suriye politikasının belirlenmesinde bütün devlet mekanizmasını bypass ederek fonksiyonsuz hale dönüştürdü ve MİT’e çok kritik roller verdi. İşte bu yanlış politikanın bir sonucu olarak hem istihbarat teşkilatı hem de Suriye’de barışı yeniden inşa etme çabaları önemli oranda yara aldı ve almaya da devam ediyor.

    Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)

    Esad rejimine karşı olan bütün muhalif yapıların kuruluş amaçlarından birisi Esad rejimini yıkmak için mücadele etmek oldu. Fakat savaş meydanına çıkan bu yapıların birçoğu kısa bir zaman içerisinde Esad rejimi ile değil, birbirleri ile mücadele etmeye başladılar. Kimi yanlarıyla farklılık gösterse de ÖSO’yu da bu yapılardan birisi olarak görebiliriz.

    ÖSO içerisinde, farklı motivasyonlara sahip 100’e yakın farklı grup ya da fraksiyonun elemanları yer aldı. Ve ÖSO çatısı altında toplanan bu grupların büyük bir kısmının kimi ılımlı, kimiyse radikal İslamcı akımları benimsedi. Hedef ve beklentileri, bu insanların değişik silahlı gruplar içerisinde özellikle de cihatçı gruplarda yer bulmalarına imkân sağlıyor. Böylece ÖSO cihatçı gruplar açısından önemli bir yetişmiş eleman kaynağına dönüşmüş oldu.

    Cihatçı Gruplar

    AKP’nin baştan itibaren önce üstü örtülü biçimde, sonradan ise açıktan açığa temsilciliğine soyunduğu, “Çatışmacı Siyasal İslamcılık” olarak da adlandırabileceğimiz pragmatizmi hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da mesnetsiz, tutarsız ve kandan beslenen politikalar üretti.

    Üretilen politikaların en vahimi ve barış beklentilerini en çok tehdit edeni, bölgede savaşan El Kaide, El Nusra, IŞİD, Ahrarüş Şam vb. terör yapılanmalarının desteklenmesi oldu. Temelde hepsi de aynı (Selefi-Tekfirci-Cihatçı) ideolojik motivasyonlara sahip olan bu yapıların AKP kadroları tarafından “Müslüman Kardeşler”e duyulan yakınlık çizgisinde bir sempati ile desteklenmesi, AKP iktidarının ve ideologlarının, Suriye’deki gelişmeleri hangi yöne kanalize etmeye çalıştıklarının anlaşılması açısından da dikkate değer.

    AKP iktidarı tarafından siyasal ve lojistik destek sağlanan selefi-cihatçı örgütler, zaman içerisinde bu desteklerle ayakta kalmayı başarabildiler. Kimi zaman Esad rejimiyle, kimi zaman Kürtler gibi bölgedeki diğer gruplarla ve zaman zaman da AKP iktidarının işaret ettiği başka hedeflerle savaştılar. PYD’nin bu hedefler arasında öncelik aldığını söyleyebiliriz.

    AKP iktidarının, Türkiye sınırının yakınındaki Kürtlerin bir inisiyatif almasını engellemek adına selefi-cihatçı terör örgütlerini pervasızca ve uluslararası güç odaklarıyla varılan mutabakatlardan bağımsız bir şekilde desteklemesi dünya kamuoyunun dikkatinden kaçmadı. Fakat bölgede sağlıklı işleyen bir uluslararası koordinasyonun bulunmaması Türkiye’ye karşı geliştirilen eleştirilerin cılız kalmasına neden oldu. Böylece AKP İktidarı tarafından selefi-cihatçı teröre sağlanan destek göz göre göre devam etmiş oldu.

    PKK-PYD ve Suriyeli Kürtler

    Bölgede silahlı faaliyetlerde bulunan PYD ya da diğer Kürt orijinli grupların tamamı (ÖSO şemsiyesine girmedikleri müddetçe) AKP iktidarı tarafından PKK terör örgütü ile eş değer görülmekteler. Bu baştan beri değişmedi. Türkiye’nin güvenliği ve milli menfaatleri açısından zaten bunda bir sorun yok diye düşünülebilir. Fakat burada ortaya çıkan sorunlar, silahlı Kürt grupların başta ABD olmak üzere uluslararası koalisyon güçleri ve Rusya tarafından destekleniyor oluşları.

    Mesela, Demokratik Suriye Güçleri (DSG) Genel Komutanı olarak adlandırılan Mazlum Kobani kod adlı Ferhat Abdi Şahin ile birçok ABD’li resmi yetkili bugüne kadar sayısız görüşme gerçekleştirdi. Bu şahsın, terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın manevi evladı olduğuna dair Kürtler arasında dilden dile dolaşan söylence ona efsanevi bir konum kazandırmıştır. Fakat ortada olan bir gerçek de var ki, 90’lı yıllardan beri PKK terör örgütü üyesi olan Ferhat Abdi Şahin bölge sorumlulukları ve “özel kuvvet” sorumluluğu başta olmak üzere terör örgütünün birçok kademesinde kanlı eylemler gerçekleştirmiştir. Yakalanan ya da teslim olan terör örgütü üyelerinin ifadelerinde bu eylemlere dair onlarca anlatım mahkeme dosyalarında yer almaktadır.

    Türkiye’nin silahlı Kürt gruplarının faaliyetlerine karşı mücadele etmesinin gerekçeleri ile diğer ülkelerin Kürt grupları desteklemesinin nedenleri arasında hiçbir kesişim kümesi yok. İlginç olan şu ki gerek Türkiye gerekse ABD, Avrupa ülkeleri ve Rusya arasında bu zıt kutuplu politikadan kaynaklanan büyük çaplı bir çatışma da yaşanmış değil. Bölgedeki Kürtlere dair adeta kontrollü bir gerilim politikası sürdürülüyor. Ve hiçbir taraf da kendi doğrularının sorgulanmasına yanaşmıyor. Şimdilik sadece, bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durulması gerektiğini belirtmekle yetinelim.

    Türkiye açısından meselenin şöyle bir yönü de var: Ülkede 40 yıldır devam eden PKK terörü, Kürtlere karşı ihtiyatlı devlet politikaları yürütülmesinin temel nedeni. Bu ihtiyatlılık kimi politikacılar tarafından abartıldı ya da istismar edildi, kimileri tarafından ise Kürtleri ötekileştirmek ve iç siyaset malzemesi yapmak için milliyetçi/ulusalcı politikaların temel motivasyonu olarak kullanıldı. Resmi ağızlar tarafında telaffuz edilen “PKK ile Kürt halkını birbirinden ayırıyoruz” söylemi ise zaten hiçbir zaman Kürtler açısından iktidar politikalarını olumlayan bir karşılık bulmadı.

    (2.Bölüm sonu)

    (3.Bölüm: Türkiye’nin Suriyeli Göçmenlerle İmtihanı – Devam edecek)