Henüz genç yaşında ölmesine rağmen gelmiş geçmiş en büyük hükümdarlardan kabul edilen, dünyanın yarısına yakınını fethetmiş, askeri ve siyasi taktikleri halen üniversitelerde ders olarak okutulan Makedonya kralı Büyük İskender ile Veziri arasında şöyle bir diyalog geçer:
- Seni bulunduğun görevden azlediyorum. Sana ihtiyacım yok.
- Neden hükümdarım?
- Çünkü ben bir beşerim. Bu zamana kadar beni hiçbir konuda ikaz etmedin. Geçen sürede eğer tek bir hatama bile rastlamadıysan cahilsin demektir, eğer hatamı görüp bunu sakladıysan da hainsin demektir.
Tarihe yöne vermiş, dünya sahnesinde isimleri hala hayranlıkla anılan, yaşadığı döneme ve çevreye kalıcı etkiler bırakmış hükümdarların ve komutanların hayatlarından kesitler okuduğunuzda, çevrelerindeki kişilerden maksimum fayda elde ettiklerine şahitlik edersiniz. Hatta örnekte olduğu gibi kendisine nasihat etmeyen, hatalarını örtbas eden veya bu hataları anlayamayacak seviyedeki yöneticileri görevden azlettiklerini görürsünüz. İcra edilen görevin büyüklüğüne göre azil olmanın verdiği aşağılanmışlık hissi ve toplumdaki itibar kaybı da büyük olur. Görevini yapmayan bir yöneticinin görevden alınması ne kadar doğalsa, haklı eleştiri, tavsiye ve çözümlerde bulunanların azli de o denli mantıksızdır.
Tarihteki önemli devlet adamları ve komutanların en önemli özelliklerinden birisi danışmanlarını ve vezirlerini seçerken liyakata ve karakterlerine göre tercihte bulunmalarıdır. Bu tercihlerinde hata yapanlar mutlaka olur. Fakat asla bu seçimleri yaparken özellikle liyakatsiz ve ‘düşük profilli’ kişilerden yana kullanmazlar.
Geride bıraktığımız on yıllık süre zarfında o kadar çok tarihi olaya tanıklık ettik ki “Bu kadarına da gerek yoktu” dedirtecek cinsten. Gelecek nesilleri neler bekliyor bilemiyoruz, ama yaşadığımız dönemde “bu kadarı da fazla” dediğimiz çok olay yaşandı. Öyle ki, bazı sansasyonel ve gündem teşkil etmesi gereken olaylar bile sönük kaldı, haftasını devirmeden unutuldu gitti.
Henüz üzeri soğumamışken bu olaylardan birisini geride kalan bazı benzer vakalarla beraber değerlendirmekte fayda görüyorum. Hatırlanacağı üzere yakın bir tarihte Adalet Bakanı Abdülhamit Gül istifa etti ve yerine daha önce de Adalet Bakanlığı yapmış olan Bekir Bozdağ getirildi. Abdülhamit Gül’ün istifasına çok şaşırmadığım gibi istifa gerekçesi de beni çok şaşırtmadı. Hazin olan şu ki bu gibi durumların bizi şaşırtması hatta dumura uğratması gerekirdi. Fakat hukuksuzluk, keyfilik ve yasa tanımazlık öyle boyutlara ulaştı ki artık yaşanan en eksantrik olaylara bile sıradan gözüyle bakıyor ve kısa zaman içinde kanıksıyoruz. Bakanların istifa etmesi veya görevden alınması çok absürt bir durum değil. Absürt olan bu istifaların görevini yapamadıklarından değil, alakasız gerekçelerle olması. Avrupa’nın birçok ülkesinde veya Japonya, G.Kore ve ABD gibi ülkelerde Türkiye’ye nazaran çok daha basit olaylarda bakanlar ve bürokratlar görevlerini layıkıyla yerine getiremedikleri inancıyla istifa ediyorlar. Bizde ne yazık ki böylesi durumda asıl sorumlular istifa etmek şöyle dursun bir de mağdur rolüne soyunuyorlar.
İtibar Suikastına Şerh Koyması Bardağı Taşırdı
Peki neydi Adalet Bakanını istifaya götüren sebep?
Anlatmaya, istifasının kabul edildiği sebepten değil kabul edilmeyenden başlamak daha açıklayıcı olur sanırım. Geçtiğimiz haftalarda iş adamı Osman Kavala’nın tutuklu olarak yargılandığı Gezi Parkı davasında tüm sanıklar beraat etmişti. Tutukluluğu için hiçbir gerekçe kalmayan Osman Kavala içinse tekrar tutukluluğa devam kararı verilmişti. Özellikle Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve bazı uluslararası kuruluşlardan yüksek sesli itirazlar ve kınamalar gelmişti. İddiaya göre; Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan toplantıda, uluslararası alanda bu durumdan en çok sorumlu tutulan Adalet Bakanlığı adına Abdülhamit Gül, siyasi davalarda tutuksuz yargılanmayı savundu ve çıkan tartışmalar sonucu istifa etti. Ancak o dönem istifası kabul edilmedi.
Geçtiğimiz günlerde kabul edilen istifasına gelince o konu da başlı başına bir fecaat olarak adlandırılacak türden. Meselenin derinlerinde bilmediğimiz neler var, orası muamma, ama bizlere yansıyan tarafı şöyle.
İstanbul’a yoğun kar yağdığı ve trafiğin durma noktasına geldiği gün İstanbul B.B. Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, çalışmaları takip etmek yerine İngiltere Büyükelçisi ile yemekte olduğuna dair görüntüler medyaya servis edildi. Fakat dikkatleri cezbeden esas nokta servis edilen görüntülerin MOBESE kaynaklı olması. Bilineceği üzere MOBESE, kurulduğu bölgeleri kameralar ile görüntüleme esasına dayalı bir güvenlik sistemidir. Birçok bölgeye ait MOBESE kamerası merak edenler için canlı olarak takip edilebiliyor olsa da geriye dönük görüntü alınması ve o görüntüleri belirli bölgelere yoğunlaştırarak kayıt alınması sadece Emniyet’in kontrolünde olan bir özellik. Dolayısıyla paylaşılan görüntülerin, bunları Emniyet’ten almaya muktedir kişiler tarafından kamuoyuna sunulduğu açık. İşte Abdülhamit Gül’ü istifaya götüren süreç burada zirve yapıyor. Eski Bakan açıklamasında, yapılanın suç olduğunu ve “Kişisel Veri Koruma Kanununa” aykırı olduğunu açık açık ifade ediyor. İtibar suikastı yapma adına girişilen bu faaliyete kendince şerh düşüyor. Sonuçta kendisinin de çok iyi bildiği gibi siyasi çıkar adına her yolu mübah gören dava arkadaşları yollarından dönmüyor ve bize yansıyan yönüyle ‘istifa’ diye bildiğimiz (şahsi kanaatim istifasının istendiği yönünde) durumla neticeleniyor. Yani “kovulmadım, istifa ettim” demiş oluyor.
Liyakate Göre Değil Sadakate Göre Atamalar
Karşımıza çıkan bu durum ne ilk ne de son olacak gibi. Daha önce defalarca Erdoğan’ın istifa ettirme ve görevden alma yöntemleriyle makam verdiği arkadaşlarını cezalandırdığına şahitlik ettik. Bu durum bazen yumuşak geçişli bir istifa yoluyla oldu, bazen de kabine değişikliği gibi daha katı bir yolla.
Erdoğan, çevresindeki makam sahiplerini seçerken liyakatten ziyade kendisine sadakatlerine göre tercih ediyor. Her ne kadar sadık olsalar da çoğunlukla liyakatten uzak ve geçmişleri itibariyle tartışmalı kişiler oluyor. Böylelikle yeni hatalara ve Erdoğan’ı zora sokacak yanlışlara sebebiyet veriyorlar. O sadakatten azıcık şaşanlar veya hatası tahammül sınırını aşanlar çok geçmeden koltuklarından oluyor. Bu durumun doğal neticesi olarak da senesini devirmeden değişen, ismi dahi hatırlanmayan bakanlar oluyor. Henüz geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu şekilde yönetilmeye devam edersek, Avrupa ve ABD ile 300 yıllık farkın yakın zamanda kapanacağını söyledi. Bana kalırsa o kadar fark kalmadı Avrupa’nın Orta Çağı ile aramızda, ama yine de emin değilim. İsterseniz şöyle kısaca bir bakalım yakın zamanda yaşanan diğer bazı ilginç olaylara:
- En dikkat çekici olanı 4 bakanın oğulları ve yakınları vasıtasıyla Reza Zarrab’tan milyonlarca dolar rüşvet almaları ve bu durumun Emniyet tarafından ortaya çıkarılması… “17-25 Aralık yolsuzluk ve kara para operasyonları” olarak bilinen soruşturmalar neticesinde yargılanmaları engellense de bakanlıklarını bırakmak zorunda kaldılar.
- AB eski bakanı Egemen Bağış’ın bir gazeteci ile yaptığı telefon görüşmesinde “Kur’an ayetlerini sallıyorum” ve “Bakara – Makara” ifadeleri aylarca konuşuldu. Hatta geçtiğimiz aylarda uçakta ortaya çıkan alkollü görüntüleri de hala hafızalarda.
- Ticaret eski bakanı Ruhsar Pekcan’ın kendi şirketinin mallarını, devlete fahiş fiyattan satması… Skandal ortaya çıktıktan sonra ancak görevden alındı. Tüm olanlara rağmen istifa etmeyi düşünmedi bile.
- Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bir etkinlik sırasında kendisine yöneltilen soruya cevap verecekken Erdoğan tarafından susturuldu ve Erdoğan’ın izni olmadan konuşamayacağını beyan etti.
- AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir tarikat yurdunda 45 çocuğun istismara uğraması olayını dönemin Aile ve Sosyal Politikalardan sorumlu Bakanı olan Sema Ramazanoğlu “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek skandal bir şekilde kapatmaya çalıştı.
- Berat Albayrak, Süleyman Soylu, Binali Yıldırım ve Efkan Ala gibi hemen her açıklamasında pot kıran, gaf yapan bakanlar var.
- Erdoğan’ın geçmişte bazı bakanları bakanlar kurulu toplantısında; azarladığı, küfrettiği hatta dövdüğü bile iddialar arasında.
Padişahtan Daha Zengin Vezir Olur mu?
Kurulduğu günden beri Osmanlı mirası üzerinden siyaset yapan AKP’nin siyaset yapma tarzının Osmanlı’ya pek de benzemediğini tarih okurları bilir. Ne görevli seçimindeki liyakat ne de merkeze ülke ve vatandaş menfaatlerini koyan hizmet bilincinin AKP yöneticilerinde olmadığı aşikar. Fakat bazı durumlar da benzemiyor değil. Örneğin; Meşhur vezirlerden Damat Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ile evliydi. Osmanlı Devletine rüşveti sokan vezir olarak bilinen Rüstem Paşa o kadar zengin olmuştu ki iddialara göre bazı padişahları geride bırakacak bir servete sahipti.
Sultan 2. Mehmet’i Bizans tehdidi ve genç olması nedeniyle padişahlıktan gönderen ve yeniden babası Sultan 2. Murat’in gelmesine sebep olan Veziriazam Çandarlı Halil Paşa aynı cesarete bugün sahip olabilir miydi? Aynı uygulama bugün denenseydi Sultan 2. Mehmet gibi tekrardan gelen başka bir padişah vezirine neler yapardı?
En azından şükredelim ki o dönemin yönetim sistemi resmi olarak ülkemizde geçerli değil. Öyle olsaydı istifa etmek gibi bir durum dahi söz konusu olamazdı. Devletli padişahımız en küçük muhalefette veya sözünün dinlenmemesi durumunda taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmazdı. Sonra da devlet zaten benim deyip satmadığı toprak ve işletme bırakmazdı…