Geççek!

Türkiye gündeminde çok konuşulan ve sosyal medyada en çok etkileşim alan konu, Tarkan’ın “Geççek” isimli yeni şarkısı. Şarkı, ilk bakışta melodisi itibariyle her zamanki gibi hoş bir “Tarkan şarkısı” tadında dursa da sözleri farklı şekillerde algılandı. Farklı kesimlerden milyonlarca insanın dikkatlerini üzerine çekmeyi başarmasının sırrı da burada yatıyor muhakkak.

Yandaş kesimlerce alışılageldik itham ve iddialara konu edilen sanatçı, şarkının hikâyesini şu şekilde anlatıyor: “Bir yıl kadar önce ruh halimin çok iyi olmadığı bir dönemden geçtim. Pandemi, dünyada olup biten üzücü olaylar, insanlığın endişe verici gidişatı, doğanın yok edilişi gibi bir sürü şey beni çok olumsuz etkilemiş, umudumu kaybeder gibi olmuştum. O anlarda bu şarkının melodi ve sözleri içimde yankılandı. ‘Geççek geççek elbet bu da geççek, gör bak umudun gününü gün etçek’. ‘Hepimize iyi gelecek bir şarkı yazmalıyım’ dedim. Belki bu şarkı bizi biraz teselli eder, bize moral verir, umut olur diye düşündüm. Dilerim ki ‘Geççek’ yüzünüzde bir gülümsemeye vesile olur ve hepimize iyi gelir.”

Burada dikkatleri yoğunlaştırmamız gereken konu ise bu şarkının dinleyicide bıraktığı etki ve kulaklardan ziyade dimağlarda yankılanan tınısıdır diye düşünüyorum. Millet olarak o kadar yoğun duygular içinde, o kadar zor şartlarda yaşıyor ve geleceğe dair ümidimizi her geçen gün öylesine kaybediyoruz ki, bu koşullarda bir teselli yahut en azından yaşam şartlarımızın vahametine ilişkin bir onay alma hissi belki de bizi bu şarkının başında buluşturdu. Zira ülkenin son yirmi yılında olup biten müspet ya da menfi her gelişmeden siyaseten sorumlu olanlar, her geçen gün milletin gözünün içine bakarak yalan söylemekte ve insanların bizatihi yaşadıkları buhran karşısında üç maymunu oynamaya devam etmekteler. Bu koşullar altında vatandaş gün be gün sesinin kısıldığı, feryadının duyulmadığı hissine kapıldığı bir anda, tüm toplum kesimlerine ulaşan bu teselli ifadesi ile irkildi ve rengârenk ama tek bir sesle Tarkan’a eşlik etti : “Geççek!”

Bu günlerin geçeceğinden şüphemiz yok. Tarih nice zor dönemlerle sınamış bu kadim milleti. Öyle ya da böyle her türlü zorluk aşılmış ve karanlıklar bir gün mutlaka doğan güneşe ve aydınlığa teslim olmuş. Bununla birlikte tüm bunların durup dururken olacağını, herhangi bir bedel ödemeden bu zorlukların atlatılacağını düşünenler maalesef yanılıyorlar. Çünkü nasıl ki yıkılma ve yok olmalar hatalar, görmezden gelmeler, şahsi menfaatleri öncelemelerden müteşekkil bir süreci takip eden sonuçlar ise, doğrulma ve ayağa kalkma da yine bir süreç meselesidir. Süreç ise birbirinden farklı birçok değişkenin doğrudan etkilediği ve bazen bir insan hayatına tekabül edebilecek uzunlukta ve zamana karşı verilen zor bir mücadeledir.

Tarkan’ın şarkısıyla millet olarak umutlarımızı tazelemişken karamsarlık tohumları ekmek istemem, ama somut gerçekleri de göz ardı edemem. Her ne kadar bu günlerde açlık, geçim sıkıntısı ve zor yaşam koşulları altında zoraki bir birleşmeye doğru gidiliyor olsa da Türk milleti özellikle son on yılda giderek artan bir kutuplaşma ve ayrışmayla sınanmaya devam ediyor. İnsanlar, siyasi parti, ırk, hayat görüşü yahut aidiyetleri ekseninde, köklü bir ayrıştırmaya tabi tutuluyor ve hükümet bundan siyasi kazanç elde etmeyi hedefliyor. İnsanlar ne kadar ayrışırsa, birbirini “şucu ya da bucu” olmakla ne kadar çok itham edip şeytanlaştırırsa hükümetin bu kavgada eli o kadar güçleniyor ve kitleleri algılar üzerinden yönetebiliyor. Elbette bu siyasi hesap kısa vadeli günübirlik kazanımlar sağlasa da uzun vadede bir milletin millet olma vasfını yok etmeye doğru bir erozyonu da beraberinde getiriyor.

Her geçen gün mevcut ekonomik buhranı yeni ve farklı bir boyutta yaşamaya mahkûm edilen vatandaş, Tarkan’ın yüreklere serptiği suyla bir nebze serinlemiş olsa da meselenin ciddiyeti aslında tüm gerçekliğiyle karşımızda duruyor. Bir yanda sadece vitrinde duran teşhir ürünlerini şirin gösterme ve arka planda yaşanan yönetim kaosunu ve yaklaşan daha kötü günleri gözlerden kaçırma derdindeki Erdoğan ve ekonomi kurmayları haftalık 1-2 milyar TL’yi piyasaya sürerek doları 13,6 TL seviyelerinde tutma derdine düşmüşken, diğer tarafta vatandaş artan ve durmak bilmeyen zamlar karşısında her geçen gün erimeye ve tükenmeye yüz tutmuş durumda. Geçen günlerde sosyal medyada paylaşılan bir market reyonunda “ekonomik meyve” etiketiyle satışa sunulmuş çürümüş meyveleri gösteren fotoğraf memleketin vahim halini en trajik şekilde resmeden önemli bir kare olarak tarihteki yerini aldı.

Mevcut ekonomik durumu ve kötü gidişi durdurmak ve olumlu yönde değiştirmek bir yana dursun, Erdoğan’dan gelen son açıklamalar halk arasındaki korku ve panik halinin körüklenmesine sebep oluyor. Vatandaşların yastık altı birikimlerine göz diken ve sorumlusu olduğu hatalar zinciri ve yönetim zafiyetinin bedelini yine vatandaşa ödetmeyi planlayan Erdoğan, “Hepimiz aynı gemide olduğumuza, ülkenin kazancından hep birlikte istifade ettiğimize göre külfetine de beraberce katlanacak, yükü beraberce omuzlayacağız” diyerek yakın gelecekte halkın sırtındaki yükü artıracağının sinyalini de vermiş oldu.

Geçtiğimiz günlerde Isparta ilimizde yaşanan ve şehre günlerce elektrik verilememesine neden olan kriz hükümetin yönetim ve denetim hususlarındaki yetersizliklerini gözler önüne seren bir başka örnek oldu. Tıpkı bu olayda kendilerinde olan sorumluluğu tamamen reddettikleri gibi ülke genelinde yaşanan yüksek enflasyon ve kontrolsüz fiyat artışlarını da doğrudan zincir marketlere ve esnafa havale ederek kendilerini temize çıkarmakla meşgul olmaları, vatandaşa “Devlet zor zamanımızda yanımızda olmayacaksa ne zaman yanımızda olacak?” dedirtiyor.

Diğer taraftan zamlarla bunalan ve asgari ücret koşullarında yaşam alanları iyice daralan işçiler, haklarını aramak istediğinde karşılarında devletin sert ve çirkin yüzünü buluyor. Ocak ayının sonlarında Trendyol kuryelerinin düşük zam oranlarına yönelik başlattıkları protestolar sonrası firma, kuryelerin kabul edebileceği bir zam oranı açıklamış ve eylemler tatlıya bağlanmıştı. Benzer şekilde Eskişehir’de bir metal fabrikasında meydana gelen işten atılmalara karşı başlatılan eylemler de başarıya ulaştı ve firma işten atılmaları durdurduğunu açıkladı. Bunlar çalışanlar için olumlu gelişmeler olsa da hükümet bu tarz eylemlerin zaten zor koşullarda yaşayan ve kaybedecek çok az şeyi kalan vatandaşta kitlesel bir eylem refleksini tetiklemesinden endişe duyuyor. Geçtiğimiz günlerde zam istedikleri için işten atılan 257 işçinin geri dönmesi için Migros Yönetim Kurulu Başkanı’nın villasının önünde başlatılan eylemlerde 100’e yakın işçi gözaltına alındı. Bir işçinin gözaltı sonrası kelepçeli elleriyle sildiği gözyaşları ise yine bir “Yeni Türkiye fotoğrafı” olarak akıllara kazındı.

Tüm gelişmeler yaşanan bu kaotik durumun bir tek şekilde normalleşme yönüne dönebileceği gerçeğini ortaya koyuyor: İktidar değişikliği. Bu değişimin kuru bir yönetim değişiminden ziyade yolsuzluk sorunundan köhneleşen yargı ve adalet anlayışına, üretim sorunundan önü alınamayan insan hakları ihlallerine kadar geniş bir yelpazede bir zihniyet değişimi şeklinde tezahür etmesi sadece bir temenni olmaktan çıkıp bir zaruret haline geleli ise çok oluyor. İlk ve en önemli aşamanın ise bütün adımlarını hayatının sonuna kadar ülke yönetiminin başında kalmaya ya da iktidarı etkisi ve kontrolü altında tutacak şekilde dizayn etmeye göre planlayan Erdoğan’ın gitmesi olduğu aşikâr.

Bunun gerçekleşmesi için de seçmenin, Tarkan’ın şarkısından bir alıntıyla seçimde Erdoğan’a “Düş babam, artık düş yakamızdan!” demesi yeter de artar bile…