Soğuk savaşın hız kazandığı 1970 sonrası NATO’nun önemli bir üyesi olan Türkiye’de MHP’nin “Türk-İslam Ülküsü” meyvelerini vermeye başladı. Özellikle taşralı dindar muhafazakâr gençler arasında ülkücülük hızla yayıldı. Bizzat Alpaslan Türkeş’in talimatıyla Dündar Taşer gözetiminde kurulan komando kamplarında binlerce gence subaylar tarafından askeri eğitimler verildi. 1980 öncesinde ülkü ocakları samimi ülkücülerin yanında şiddete yatkın lümpen grupların, mafya ve istihbarat teşkilatlarıyla dirsek teması olan kriminal kişilerin cirit attığı paramiliter bir yapıya dönüşmüştü. Bu dönem ülkücü-devrimci çatışmalarında binlerce insan hayatını kaybetti. Yine ülkücülerin karıştığı Maraş olayları, Çorum olayları gibi derin devlet destekli katliamlar toplum hafızasında kapanmayan yaralar açtı.
1980 öncesi yaşanan ülkücü-devrimci çatışmalarına ışık tutacağını düşündüğüm için bir parantez açarak Ondörtler Grubu’ndan bir isme dikkat çekmek istiyorum. Ondörtler grubu içindeki subayların hayatları incelendiğinde çoğunun sağa kayan Türkçülüğü benimsemelerine karşın Kurmay Yüzbaşı İrfan Solmazer‘in ismi Kemalist Sosyalizmin ideoloğu Doğan Avcıoğlu ile birlikte anılır. Hasan Cemal “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” isimli kitabında İrfan Solmazer’in 1980 darbesi öncesinde sol grupların içinde aktif olduğunu şu sözlerle açıklar:
“Türkiye’nin 12 Mart darbesine (1971) gittiği günlerde, çalıştığım Devrim dergisinin Kızılay’daki bürosunun hemen yakınındaki Mason Derneği’nin bahçesine bize yakın devrimci gençler dinamit atmıştı. O dinamit lokumları İrfan Solmazer’in arabasının bagajında getirilmişti.
12 Mart öncesindeki cuntacılık faaliyetlerine katılmış, o tarihlerde bizim gruba yakın duran, emekli deniz subayı Erol Bilbilik, İrfan Solmazer’i şöyle anlatır: Bir gün Orhan Kabibay’ın evinde toplandık. Hidayet Ilgar, Talat Turan, İrfan Solmazer ve daha birçok kişi vardı. Bir ara İrfan Solmazer bana, ‘Erol, sen denizcileri ihmal etmişsin’ dedi. Kimi ihmal ettiğimi sorunca, Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin, hiç temas kurmamışsın. Ama ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi. Başka ne yapıyorsunuz diye sorunca, İrfan Solmazer’in yanıtı şu oldu: ‘Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı filan oturuyoruz Amerikan Büyükelçiliği’nin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Emri ben veriyorum. (Deniz Gezmiş, ABD Büyükelçiliği’ni tara ve yok ol!) diyorum. Sarp Kuray’a, (Git şurayı bombala!) emrini veriyorum. Bu işlerden Orhan Kabibay’ın mutlaka bilgisi vardı. Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı kullandılar. İrfan Solmazer 12 Mart’a 24 saat kala Almanya’ya uçuruldu.”
Bir zamanlar cunta grubunda dava arkadaşı olan Dündar Taşer ve İrfan Solmazer yıllar sonra sağ sol kavgasında birebirlerini öldürecek Türk gençlerini eğitiyorlar. İlginç değil mi?
İrfan Solmazer’in Metin Fevzioğlu’nun babası Turhan Fevzioğlu ile CHP’den ayrılıp Güven Partisini kurduklarını da ilave ederek parantezi kapatmak istiyorum.
12 Eylül Darbesi Büyük Kırılma
12 Eylül, bütün siyasi oluşumları etkilediği gibi ülkücü hareketi de derinden etkiledi. Hareketin lideri Alparslan Türkeş dâhil olmak üzere birçok ülkücü tutuklandı. Yargılanma, tutuklanma ve işkenceye maruz kalan ülkücüler devleti ilk defa sorgulamaya başladılar. Ülkücü tabana göre ülkücü hareket komünizme karşı tüm gücüyle “savaşmış”, bu uğurda “binlerce şehit” vermişti. Üstelik bu mücadele esnasında devletin istihbarat ve güvenlik güçlerinden ciddi destek görmüştü. Fakat ülkücü tabanda oluşan 12 Eylül ve devlet karşıtlığı ruh hali Türkeş ve partinin üst yönetiminde yoktu. Üst kademe “Devletlû” anlayışını terk etmezken 12 Eylül yönetimiyle uyumlu olmaya gayret gösterdi. Türkeş ve üst yönetimin bu tavırları özellikle hapiste bulunan ülkücüler tarafından kabul edilemez görülüyordu.
Ülkücü hareketin sarsılmaz şiarı “lider, teşkilat, doktrin” üçlemesi bu gelişmeler sonucunda aşınırken ileride Büyük Birlik Partisine dönüşecek İslami hassasiyetleri yüksek yeni bir anlayış Türkeş’ten bağımsız olarak örgütlenmeye başladı.
Bu dönem kopuşları geciktiren gelişme ise PKK’nın ortaya çıkması oldu. Ülkücü hareketin gelişimi incelendiğinde düşmansız dönemlerde tabanın bir arada durmakta zorlandığı görülmektedir. Bu nedenle yeni düşman Marksist ayrılıkçı terör örgütü PKK, bir anlamda farklı hiziplere bölünmüş Ülkücü ideolojiye can suyu vermiş ve alternatif oluşturacak kopuşları geciktirmiştir. 1990 sonrası ise PKK terörü ile beraber devlet üniforması giyen Ülkücülerin(!) karıştığı suçlarda da patlama yaşandığını görüyoruz. 1996’da Susurluk kazası, 1997’de Alpaslan Türkeş’in ölümü, 1998’de 28 Şubat kararları ve ardından gelen ekonomik kriz, MHP başta olmak üzere merkez sağa yayılmış Ülkücülerin meclis dışında kalmalarına neden oldu.
Ayrıca bu dönemde TSK, Emniyet ve MİT’e sızmış derin devlet aparatları demokrasi güçleri tarafından baskılanmaya başlandı. Bu baskı 2003 yılında iktidara gelen AKP’ye demokratikleşme anlamında büyük avantajlar sağladı. Yine bu dönem AKP’nin iktidara gelmesine keskin muhalefet eden Ulusalcıların Ülkücü taban tarafından yeterince desteklenmediğini gördük. Hatta TSK içindeki uzantılarıyla darbe hazırlığına girişmelerinin akamete uğramasının bir nedenin bu olduğu da söylenebilir.
Ergenekon Davaları
Ergenekon davaları ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir darbe gerçekleşmeden yargılanmaya başlandı. Elde edilen delillerle yargılanan isimler arasındaki bağlar ortaya çıktıkça yeni operasyonlar yapılıyor her yeni operasyon yeni tartışmaları beraberinde getiriyordu. Yönetici ya da yönlendirici konumunda görünenlerin neredeyse tamamının Türk milliyetçiliğine ve Atatürkçülüğe vurgu yapan isimler olması ister istemez dikkatleri Türk milliyetçiliğinin geleneksel mecrasına yani MHP’ye çekiyordu. Ancak MHP ve Ülkü Ocakları Ergenekon davalarında herhangi bir soruşturmaya uğramadı. İlk başlarda tepkisiz kalarak izleme pozisyonunda olan Devlet Bahçeli davanın ilerleyen aşamalarında karşı bir pozisyon aldı. Davayı ve AKP’yi sert dille eleştirmeye başladı. Ancak bu eleştiriler yargılananları tatmin etmiyordu. MHP ve CHP’nin siyasi baskısı yeterli gelmiyordu. Bu aşamada Ergenekon davalarında yargılananlar kurtuluşlarının Erdoğan ile anlaşmaktan geçtiğini anladılar.
Cumhuriyetin kazanımlarını yok etme pahasına yolsuzluk, liyakatsizlik anlamında zirve yapmış AKP rejimi ile anlaştılar. Yüz seksen derece dönüş yapan MHP, AKP’nin en önemli ortağı oldu. Yine her dönemin tartışmalı ismi devrimci Doğu Perinçek de MHP-AKP ortaklığına katıldı. Yeni konsensüs ülkücü tabanı rahatsız etmişti. Parti yönetiminin AKP’nin yanında yer alması ülkücü tabanda tartışmaları da beraberinde getirdi. Meral Akşener önderliğinde başlayan parti içi muhalefet küskün ülkücülerin toplandığı İyi Partinin kurulmasına neden oldu.
İlerleyen süreçte ülkeyi tek adam rejimine taşıyan AKP-MHP ortaklığına karşı sergilediği politikalar nedeniyle İyi Partinin ülkücü tabanı konsolide etmek için kurdurulduğu iddiaları yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. 15 Temmuz sonrası amacına ulaşan MHP-AKP konsensüsü, devlet görevinden attıkları memurların yerine kendi tabanlarından insanları yerleştirdi. Emniyet, Siyasal İslamcılar ve 1996 sonrası Susurluk skandalıyla güç kaybeden kriminal ülkücüler tarafından paylaşıldı. Devlet Bahçeli’nin isteği üzerine cezaevindeki mafya liderleri serbest bıraktırıldı. TSK’da ise binlerce askerin ihraç edilmesiyle meydanın kendilerine kalacağını düşünen ulusalcı yapılar büyük oranda pasifize edildi. Harp Okullarına girişte siyasi iktidara angaje kişilere avantajlar sağlandı. Türkiye’nin 100 yıllık dengeleri tamamıyla değişti.
Toparlayacak olursak Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş suikastıyla tekrar gündeme gelen ülkücü hareketin tarihsel gelişimi soru işaretleriyle doludur. Siyasal olarak karşılığı yüzde on civarında olan bir partinin 70 yıldır ülkenin kaderinin belirlenmesinde kilit rol oynayan aktörler arasında olması nereden bakılırsa bakılsın garip bir durumdur. “Devreye girdi, ülkeyi bir çıkmazdan kurtardı” da diyemiyoruz çünkü MHP ve temsil ettiği yapının devreye girdiği her dönem ülke her anlamda gerilemiştir.