Tarihin tozlu sayfalarında yer bulan hikâyeler, geçmişten bugüne ilham veren en büyük öğretilerdir. 20. yüzyılın ortasında, dünya iki büyük savaşın yıkıcı darbeleri altında ezildi. İnsanın insana vurduğu darbelerden hemen herkes nasibini aldı. Kazananın da kaybedenin de ağır yaralar aldığı savaşlar yaşandı.
İşte Japonya ve Almanya, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda yıkımla baş başa kaldılar. Bu beklemedikleri sonucun sebebi aslında kendilerinden başkası değildi. Kendini olduğundan büyük görenlerin, güçlerine güvenerek zorbalık yapanların yedikleri acı tokattan nasiplerini aldılar. Şehirleri enkaz yığınlarına dönüşmüş, ekonomileri yerle bir olmuş ve genç nüfusun önemli bir kısmı ölmüş veya yaralanmıştı.
Her iki ülkenin tarihine de kara leke olarak geçen bu tablo, onlar için bir daha ayağa kalkamayacakları bir sonuç doğurmadı. Alınması gereken dersleri aldılar; geçmişi yok saymadan, aynı hataları tekrarlamamanın yollarına odaklandılar. Bugün geldiğimiz noktada, bu ülkeler dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer almakta, güven, saygınlık ve disiplin açısından örnek gösterilmekteler.
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm.” (Ziya Paşa)
Buna karşın, 100 yıldır savaş görmemiş olan Türkiye, ekonomi, eğitim, sosyal hayat ve güvenilirlik alanlarında çeşitli zorluklarla karşı karşıya. Geçmişte atılan doğru adımlardan ve filizlenmeye duran yatırımlardan bile faydalı sonuçlar alınamamış. Peki, nasıl oluyor da Almanya ve Japonya’nın bizim yarımız sürede gösterdiği gelişimin yarısını bile bir asırda gerçekleştiremedik?
Söz konusu devletleri bugünkü konumlarına taşıyan en önemli faktörler disiplinli çalışma ve yerleşmiş ahlaki sistemlerdir. Savaştan önce de çalışkanlıkları biliniyordu; ancak kibirleri ve savaş çığırtkanlıkları ahlaklarını zedelemiş, milyonlarca insanın kanına girmelerine sebep olmuştu. Savaş sonrasında ise bu üstünlük taslayan zihniyetten kısmen de olsa sıyrıldılar.
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” (Ziya Paşa)
Disiplinli çalışma denildiğinde akla ilk Almanlar ve Japonlar gelir. Ancak ülkemizde, bu milletlerin sanki gece gündüz aralıksız çalıştıkları zannedilir. Almanya açısından bu zannın büyük ölçüde bir yanılgıdan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Bilimsel verilere göre Almanya’da haftalık çalışma süresi 34,2 saat, Japonya’da 36,6 saat, Türkiye’de ise 43,9 saattir. Burada belirleyici faktör çalışma saatlerinin uzunluğu değil, o süre içinde elde edilen verimdir.
Hem Almanya’da hem de Türkiye’de çalışmış biri olarak bu farkı açıkça gördüm. Almanya’da mesai saatlerinde iş dışı konulara vakit ayrılmasına izin verilmediği gibi, mesai bittikten sonra da işle uğraşılması hoş karşılanmaz. İş hayatında kimsenin acele etmesine gerek yoktur. Önemli olan, bir işin kısa sürede değil, en sağlam ve en doğru şekilde yapılmasıdır. Tabiri caizse, bir inşaatı 6 ayda teslim etmek değil, 10 şiddetinde bir depremde bile yıkılmayacak sağlamlıkta inşa etmektir önemli olan. Zaten inşaat konusunda Japonya ile ülkemizi karşılaştırmak için son yaşanan depremlere bakmak yeterlidir.
Maalesef ülkemizde, işlerin kaliteli ve uzun ömürlü yapılmasındansa ucuza ve tekrar tekrar yapılması olağan hâle gelmiştir. Hatta bilinen bir fotoğrafta Almanya’da yapılan bir evin merdivenlerinde kullanılan demir miktarı ile Türkiye’de bir evin tamamında kullanılan demir miktarı neredeyse aynı gösterilir.
Ülkeler arasındaki önemli farklardan biri de mesleklere bakış açısıdır. Türkiye’de insanlar icra ettikleri mesleklere ve statülerine göre saygı görürken, Almanya ve Japonya’da saygı ölçütü yapılan işin kalitesidir. Bir insanın işinde başarılı olmasının ilk şartı, o işi severek yapmasıdır. Ancak ülkemizde meslek seçimi yapılırken çocuğun yetenekleri veya ilgisi değil, mesleğin toplumsal statüsü ve ebeveynlerin beklentileri öne çıkar. Bunun sonucunda Türkiye, “diploma çöplüğü” haline gelmiş, niteliksiz üniversite mezunlarıyla dolup taşmıştır. Değersiz görülen zanaatkârlık meslekleri ise saygı görmediği için insanların zorla yaptıkları işlere dönüşmüştür.
Türkiye İçin Çıkış Yolu
Bugün Türkiye, savaş yaşamamış olsa da belki de savaştan çok daha yıkıcı bir toplumsal buhranın eşiğindedir. Toplumsal kutuplaşma, liyakat eksikliği, yozlaşmış değerler sistemi ve güven kaybı; halkın birbirine duyduğu güveni, aidiyet duygusunu ve ortak gelecek tasavvurunu tehdit etmektedir. Bu durumun uzun vadede büyük bir toplumsal çatışma ve iç yıkım ihtimalini artırdığı açıktır. Tarih bize şunu öğretmiştir: Savaş tanklarla değil, önce zihinlerde başlar; toplumun ruhu yıkıldığında, dışardan hiçbir saldırıya gerek kalmadan iç çöküş başlar.
Türkiye’nin bu yaraları tamir etmesi için:
- Eğitime gerçek yatırım yapması,
- Özgür düşünce ve bilimsel yaklaşım üretmesi,
- Liyakati yeniden devletin temeline yerleştirmesi,
- Torpil ve kayırmacılığı ortadan kaldırması,
- Toplumsal barışı tesis edecek adımlar atması,
- Farklı görüş ve kimlikleri düşmanlaştırmadan, ortak değerler etrafında buluşturması,
- Zanaatkârlık ve üretime yeniden değer vermesi,
- Her işin onurlu ve gerekli olduğuna dair bir kültür inşa etmesi,
- Şeffaflık ve hesap verebilirliği artırması,
- Hem siyasette hem ekonomide güven ortamı sağlaması, gerekmektedir.
Tarihsel örnekler bize, dünün yıkımlarının bugünün büyümelerinin temelini oluşturabileceğini gösteriyor. Türkiye’nin ekonomi ve eğitim alanında yaşadığı zorlukları aşabilmesi için eğitime daha fazla yatırım yapması, devlet kademelerinde liyakat, beceri ve disiplini güçlendirmesi gerekmektedir. Geçmişin ışığında, geleceğe daha güçlü ve aydınlık bir yoldan yürüyebilmek için buna ihtiyacımız var.
















