27 Mayıs’ın Ardından: 62 Yıldır Değişmeyenler, SADAT Hariç 

Aradan geçen bunca yıla rağmen, özgürlük ve eşitlikler, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, siyasette çok partili yaşam gibi demokratik gereksinimler adına maalesef bir arpa boyu yol kat edemedik. Üstüne üstlük önceden askeri güç denilince akla sadece ordu ve polis geliyorken, şimdi deyim yerindeyse, nur topu gibi özel askeri şirketler ve paramiliterlerimiz de var.

Bir 27 Mayıs’ı daha geride bıraktık ve gördük ki; ne bitmek bilmeyen “darbe mi, devrim mi” tartışmalarında, ne de karşılıklı hainlik boyutlu suçlamalarda bir değişiklik yok. Herkes kendi politik görüşünün hatalarını görmeksizin eşitlik ve özgürlüklerin mimarı olduğunu iddia ediyor. Halbuki bir yerde, gerçekten özgürlükler ve demokratik değerlerin inşasından bahsediyorsak; orada ne demokrasiyi rafa kaldırmaya yönelik bir darbenin, ne de devrimlerin yeri olabilir. Hal böyleyken rejimin ve başta saydığımız temel değerlerin, kısmen veya tamamen yok edilmesi, ister asker isterse seçilmişler tarafından yapılmış olsun, aynı yıkıcı sonuçları doğurur.

Bu tablonun oluşmasında en büyük etken ideolojik bağnazlıktır. Voltaire bağnazları, “Kendileri gibi düşünmemekten başka suçu olmayan insanları ölüme mahkûm eden yargıçlar” olarak tanımlar.  “İdeolojik bağnazlık, ister seçilenlerden, isterse devletin kurumlarından gelsin tehlikelidir.” Demokrasi anlayışının gelişimi karşısında bilinen en büyük engeller, baskı ve yasaklar olsa da özellikle bu saplantılı düşünce, arka planda çalışan en tehlikeli unsurdur. Üstüne üstlük bir toplumu, düşman kitlelere ayrıştıran kutuplaşmanın meydana gelmesinde de işlevseldir.

Dünya gelişmişlik, hukuk, özgürlük ve demokrasi endekslerinden hangisini incelerseniz inceleyin, anti demokratik düşünce ve uygulamaların, ülkemizi nereye sürüklediğini ve dönüp dolaşıp nasıl başa geldiğimizi görmek mümkün.

Bu örnek grafikte yer alan ani düşüşlerden ve bu düşüşlerin hemen öncesindeki dönemlerden de anlaşılacağı üzere, hazin tablonun faillerinin sivil baskıcı rejimler ve çoğunlukla askeri darbeler olduğu su götürmez bir gerçektir. Yani karşıtını sindirmek ve gücünü kaybetmemek çabası, demokrasinin yok edilmesi, demokratik olmayan yollarla olduğu gibi demokratik yollarla da mümkündür.

Günümüz rakamları, yeniden çok partili hayata geçiş döneminin ilk yılları olan 1945 ve sonrası seviyesindedir.  Ayrıca yıllık açıklanan uluslararası raporlar ve demokrasi endekslerinde de ülkemiz maalesef 167 ülkelik listede 100’ün üzerine çıkamadığı gibi ismi, statü olarak karma (demokratik-otoriter) rejim statüsünde telaffuz edilmektedir.

Tıpkı demokrasinin yeterince gelişmediği başka ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de, gücü elinde bulunduranlar, hatta devletin gerçek sahibi olduğunu öne sürenler, ilk fırsatta kendi düşüncesinden olmayanlara yönelik demokrasi ve hukuk dışı uygulamalara girişirler. Şu ana kadar askerler, bu eylemlerini silahlı gücü elinde bulunduran ordu vasıtasıyla ve zor kullanarak gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu sefer ülkemizde durum, girişte de değindiğimiz ve özellikle son yıllarda güçlenerek büyüyen SADAT ve benzeri yapıların varlığı ile daha tehlikeli ve endişe verici boyutlara evrilmiştir. 

Bu yeni silahlı güç, denetlenemeyen, daha agresif, merkezileşmiş ve yönlendirilebilir yapısı ile geçmişte benzerine rastlamadığımız bir oluşumdur.

Misyonunu şu ana kadar titizlikle uygulamış, sahada farklı ülke ve durumlarda ortaya çıkmış, hatta resmi bir kurum olmamasına rağmen 15 Temmuz sonrası TSK personelinin istihdamında dahi rol almıştır. Bilinmezliklerle dolu bu yapı, hükümet ile sıkı ilişkileriyle birlikte göz önüne alındığında, iktidarı kaybetmeme ya da kaybedileni ele geçirme adına hesapsızca sahneye sürülebilecek bir maşadır.  Bugün geldiğimiz noktada, öngörülemeyen sonuçlara sebebiyet verme potansiyeliyle birlikte bu yeni kompleks durum, mevcut 27 Mayıs tartışmalarının dahi önüne geçmektedir.

Görünen o ki, günümüzde gelenekselden daha karmaşık bir hal alan iktidar mücadelesi karşısında, hem siyasetçiler ve bürokratlar nezdinde hem de toplumda, olumlu anlamda zihniyet değişikliğine gidilmesi mecburiyeti söz konusudur.  Bu kapsamda milletimize ve aydın kamuoyuna olduğu kadar, sivil ve askeri bürokrasiye de büyük görevler düşmektedir.

Tüm kurum ve bireylerin, gizli oligarşik hedeflerinden arınıp, ideolojik takıntılardan ve çıkarlarından sıyrılarak, geçmişiyle yüzleşip hatalardan ders çıkarması ve yapılan yanlışları kabul etmesi uzlaşma adına büyük bir adım olacaktır. Kim yaparsa yapsın ne siyasi yasaklar ne de idamlar kabul edilebilir değildir. Gerektiğinde yasamayı istediği gibi yönlendiren siyasal iktidar da demokrasiye müdahale eden asker de anayasal olarak eleştirilebilmeli ve yasalar önünde eşit ve adil bir biçimde yargılanabilmelidir.

*****

Seçilmiş iktidarın denetim mekanizmalarından birisi, yasalarla belirlenen seçimlerdir. Bu bakımdan sistemin en önemli denetçisi olan vatandaşın deyim yerindeyse arz-talep dengesini iyi belirlemesi gerekir. Yani tarafgirliğe ve şahsi menfaat peşine düşmeksizin eşitlik, özgürlük ve adalet talep edildiğinde, yönetim de bu değerleri arz etmek mecburiyetinde kalacaktır. Tersi tutum sergileyen yöneticiler böyle bir durumda seçmenin tereddüt etmeksizin siyasi tercihini değiştireceğini çok iyi bilmelidir.  Aksi halde, demokrasi kötüye kullanılır ve ortaya çoğunluğun canının ve çıkarının istediği her şeyi yaptığı bir yönetim çıkar.

Demokrasiyi kötüye kullanan iktidarlar, kendi siyasal eğilimine uymayan her gelişmeyi gayri meşru, rejim için tehdit ve ülke için beka sorunu sayarak sadece kendi konumunu güçlendirmek üzere yasa çıkarır ve yasaklar getirirler. Diğer taraftan seçmenin görevini ihmali de demokrasiyi kâğıt ve sandığa gitmekten ibaret kılar ve otokrasiye kapı aralar.

Modern demokrasilerde iktidarın denetlenmesi ve güçler ayrılığı mutlak gerekliliktir. Bu da güçlü hukuk sisteminde, birbirinin garantörü olan denetlenebilir kurumlar vasıtasıyla olabilir. Bu anlayış tam olarak demokrasi anlayışı ve inancıdır. Bunun temeli de yine milletin iradesidir. Siyasi güç, iktidar veya kurum fark etmeksizin, resmi/yarı resmi nasıl olursa olsun, silahlı gücün tek elde toplanmasının önüne geçilmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir.

Aksi halde çağın gerisinde kalan politik anlayışlarla bir yere varılamaz ve her tutum ve gelişme özgürlüklere ve insan haklarına dayalı, demokratik ve hukuk devleti niteliğini ortadan kaldırmaya hizmet eder.

Sonuç itibariyle, demokrasi bir zümrenin, iktidarın ya da “devletin” mülkü değildir, topluma aittir. Herkes, devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahiptir ve unutulmamalıdır ki, toplumu oluşturan bireyler ve kurumlar hep birlikte demokratik değerleri benimsediğinde, Türkiye ancak tam demokratik bir ülke olacaktır.