İnsanlar günlük hayatta yapmayacakları davranışları bir grup veya topluluk içinde kolaylıkla sergileme eğiliminde olabilmektedirler. “Grubun” birey üzerindeki etkisi ortadan kalktığında, yani birey kendi ile baş başa kaldığında, kendi davranışlarına kendilerinin dahi inanmadığını, bu derecede riskli ve aşırıya kaçan davranışlar sergilemelerinden ötürü pişmanlık duyduklarını görürüz. Bazen bu pişmanlıklar öyle bir seviyeye ulaşır ki birey, davranışının ağırlığı altında ezilebilir ve intihar eşiğine kadar sürüklenebilir. Bu yazımızda, grubun oluşturduğu etki sonucunda bireylerin nasıl benliklerini kaybedebildiklerini, nasıl kimliksizleştiklerini, tek başına olduğunda kimseye zarar vermezken toplulukla birlikteyken nasıl linç, yağma ve yıkım girişiminde bulunabildiklerini ele alacağız.
İnsandışılaştırma (Dehümanizasyon) Nedir?
Grup kimliği kazanan bireyin zihninde “biz” ve “onlar” kategorizasyonu hâkim olmaya başlar. Bizden olanlar zihinde yüceltilirken “onlar” olarak damgalanan grup, zarar verilmesi gereken hedef konumuna getirilir. Bu nedenle grup içerisinde bireyler fiziksel ve psikolojik saldırganlık davranışında bulunabilmektedir. Bu noktada “insandışılaştırma” (dehümanizasyon) kavramı öne çıkmaktadır. Bu kavram, öfkenin yöneltildiği grubun ahlaki olarak aşağı varlıklardan oluşmuş, saygı duyulmaması gereken bir oluşum olarak imgelenmeleri durumudur. İnsandışılaştırma, insanların kendine has özelliklerinden dolayı küçümsenmesi, dışlanması, alçaltılması bir bakıma da canavarlaştırılması olarak tanımlanabilir.
Tarih boyunca toplulukları algı yönetimi aracılığıyla kutuplaştırmaya, düşmanlaştırmaya ve nefret etmeye çağıranların en başta kullandığı yöntem budur. Hitler’in Nazi rejiminde Yahudilere yönelik olarak uygulanmış, çocuklar bile ayırt edilmeden konsantrasyon kamplarında holokost olarak adlandırılan toplu bir soykırım yapılmıştır.
Geçtiğimiz haftalarda Netflix’te yayınlanan kulüp dizisiyle gündeme gelen insandışılaştırma kavramı, grupların bireyleri nasıl aşırı uçta ve riskli davranışlar sergilemeye yönlendirdiğini bir kere daha anlamamızı sağladı.
Dizide yer verilen 6-7 Eylül olaylarında yaşanmış olanlar bilinen bir hikâyedir: İstanbul’da bir haber yayılır: “Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldı”. Haber, önce 6 Eylül 1955 günü radyoda yayımlanır. Ardından da dönemin Demokrat Parti yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi, “Atamızın Evi Bomba ile Hasara uğradı” manşetiyle ikinci baskı yapar. Gazete o dönemde kurulmuş olan “Kıbrıs Türk’tür Derneği” üyelerince bütün İstanbul’da satılır ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılır. Aynı baskıda gazete “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz.” diye yazar. İstanbul’daki Rum azınlığın ev, iş yeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet güçleri pasif bir tutum sergiler. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin şehirdeki ulaşımı özel arabalar, taksi, otobüs, vapur gibi araçlarla sağlanır. 6 Eylül akşamı İstanbul’da, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilir. Basın yoluyla halkı galeyana getiren gruplar ve şehre dışarıdan getirilen kitleler, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalanır.
Selanik’teki bombalama olayına bakacak olursak, devlet tarafından tertiplenen bir kışkırtma olduğu, Yunanistan makamlarınca o günlerde ortaya çıkarılır. Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attığı iddia edilen ve MİT ajanı olduğu belirtilen Oktay Engin yakalanır. Engin, daha sonraki dönemde MİT’te önemli görevlere getirilir ve 1992’de Nevşehir Valisi olur.
6-7 Eylül olaylarından da anlaşılmaktadır ki insandışılaştırma için gerekli olan tek araç, toplumu hedef kitlenin canavarlığına ve sizin değerlerinize düşman olduğuna inandırmaktır.
Saldırgan Davranışın Sebebi: Bireyselliğin Yitirilmesi (Kimliksizleşme)
Kulüp dizisinde 6-7 Eylül olaylarını izleyenlerin ağladıklarına ve kendilerini sorgulayarak nasıl olmuş da biz böyle utanç verici davranışlarda bulunmuşuz dediklerine şahit oluyoruz. Sosyal psikologlar bu olaylarındaki saldırgan davranışların sebebini bireyselliğin yitirilmesi yani kimliksizleşme ile açıklar.
Kişilerin, grup içinde zaman zaman bireysel kimliklerini kaybedebildikleri görülür. Örneğin, karıncayı bile incitemeyecek kişiler, bir grubun içinde kendilerinden beklenmeyen saldırgan davranışlarda bulunabilir. Zaman zaman medyada, yaptığı kötü bir davranıştan dolayı utanç ve pişmanlık duyan ve içinde bulunduğu grupla birlikte galeyana gelip o şekilde davrandığını, hatta kendini kaybettiğini söyleyen kişilere rastlıyoruz. Grubun içinde yer alıyor olmak, kişileri yalnızken yapmayacakları bazı davranışlara itebilir. Grup içinde bazen kendi davranışlarımızdan duyduğumuz sorumluluğu yitirebilir, sorumluluğu gruba aktarabiliriz. Kendi kontrol sistemimizi yitirince de ilkel ve saldırgan davranışların ortaya çıkması kolaylaşır. Bu durum, zarar verici ve ahlak dışı davranışlara yol açabilir.
Bireyselliğin yitirilmesinde önemli bir etken “anonimleşmek” yani tanınmamaktır. Grup üyeleri kendi kimliklerinin belirgin olmadığını düşündükleri zaman, kendi kimliklerini unuturlar. Dolayısıyla davranışları için kendilerini daha az sorumlu hissederler. Bir kalabalıkta, bireyler birbirlerinin arasına karışır ve neredeyse ortak bir kimlik oluştururlar. Bunun tersine, kişiler kim olduklarının ayrımında oldukları zaman davranışlarına daha çok dikkat eder ve mantık ve ahlak dışı davranışlarda bulunmamaya özen gösterirler.
Milgram’ın deneysel araştırmasında da bireyselliğin yitirilmesi net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Denekler laboratuvar önlükleri ve yüzlerini kapatan başlıklarla gizlenmiş ve isimleri hiçbir şekilde telaffuz edilmemiş, yani tanınamaz hale getirilmiş ve tanınmaz olan deneklerin tanınan deneklere göre insanlara acı çektirecek iki kat daha fazla elektrik verdikleri görülmüştür. Sonuç olarak başkaları tarafından teşhis edilememek, saldırganlıkta bir artışa neden olmaktadır.
6-7 Eylül benzeri toplulukların galeyana geldiği olaylarda grupla hareket eden bireylerin tek başlarına verdikleri kararlardan daha riskli kararlar aldığını görürüz. Araştırmalar grup üyelerinin kendilerine zarar gelmesi söz konusu olduğu bir durumda bile, grubun riske girme eğilimi göstermesini grup içinde “sorumluluk dağılması” ile açıklar. Sonuç olarak grup içinde yapılan saldırganlığın sorumluluğu sadece bir kişiye değil, bütün gruba aittir. Risk içeren karar verme konusunda da kişi yalnız başına olduğu zaman kararının tüm sorumluluğunu kendi omuzlarında taşıyacak, buna karşılık, grup içinde bu sorumluluğu başkalarıyla paylaşacağı için daha fazla riske girme cesaretini gösterebilecektir.
İnsandışılaştırma yöntemiyle ortaya çıkan nefret söyleminin günümüzde de kullanıldığını görmekteyiz. Temel hak ve özgürlüklerini aramak ve savunmak için düşüncelerini ifade eden ve demokratik haklarını kullanan insanların terörist yaftasını yediği, “Gezi” zihniyeti denilerek ötekileştirildiği, insanlara kendi ismiyle hitap etmek yerine çeşitli lakaplar takıldığı, önce itibarsızlaştırma ve sonra da insandışılaştırma girişimlerine sıkça başvurulduğuna şahit oluyoruz.
2013-2016 yılları arasında kamu personeline yönelik hukuka aykırı uygulamalar karşısında bir çok insan sessiz kalmamış, tasfiye ve tutuklamaların 17-25 Aralık yolsuzluklarını örtbas etmek amacıyla yapıldığı bir çok toplumsal kesim tarafından dile getirilmiştir. Dolayısıyla nefret söyleminin sahipleri tarafından toplumun bu söyleme inandırılması ve hedef kitleyi insandışılaştırmak üzere halkı galeyana getirecek argümanlar oluşturulması için her yol meşru kabul edilmiştir. Bu argüman hedef kitlenin canavarlaştırılması ve temel haklarının elinden alınabilmesi için dehümanizasyonun birincil koşuludur. Bu argümanı elde edebilmek amacıyla tıpkı 6-7 Eylül olaylarında devlet eliyle saldırılar düzenlendiği gibi 15 Temmuz tarihinde de benzer yöntemlerle korkunç bir operasyona kalkışılarak dehümanizasyonun canavarlaştırma argümanı maharetle üretilmiştir. O günden itibaren yönetenlerden farklı görüşe sahip her birey insandışılaştırılmış, KHK potasına atılarak en temel insani haklarını bile arayamaz hale getirilmiştir.