Toplumsal yapının temelini oluşturan en önemli dinamiklerden ikisinin devlet ve kültür olduğu ifade edilebilir. Devlet erki toplumsal sözleşme ile kurulmuş ve insanların bazı haklarını bu erke devrettiği bir mekanizmadır. Diğer bir ifade ile yöneten ve yönetilenler arasında bir toplumsal sözleşme yapılmıştır. Buna göre yöneten adil olacak, hukukla kendini bağlayacak ve denetime açık olacak; yönetilenler ise yönetici kanunsuz ve adaletsiz davranmadıkça itaatkâr olacaktır. Söz konusu ifadeden de anlaşılıyor ki hem devletin hem de bireylerin kendilerine ait sorumluluk ve görevleri olduğu gibi hakları da bulunmaktadır.
Devlet kavramını sadece siyasi irade olarak düşünmek doğru olmaz. Devlet organlarını oluşturan yasama, yürütme ve yargı bir bütün halinde devleti temsil etmektedir. Söz konusu organları oluşturanlar ise genel anlamda politikacılar ve bürokratlardır.
Devlet mekanizmasının önemli bir kesimini hiç kuşkusuz söz konusu bürokratlar oluşturmaktadır. Devletteki uzun soluklu projeleri hayata geçiren, politikacılara danışmanlık yapan, sahip olduğu teknik donanımla devlet mekanizmasını işlevsel hale getiren bürokratlardır. Bürokratlar, siyasal irade değişse de devleti temsil etmeye devam ederler.
Toplumsal yapının diğer önemli bir yapı taşı da hiç şüphesiz kültürdür. Kültür, toplumun kimliğini belirleyen önemli bir etkendir ve yaşamın tüm alanlarını etkilemektedir. Toplumların çalışma kültürü, yeme içme kültürü, tartışma kültürü gibi alt kültürleri bulunmaktadır. Devlet kurumlarının yapılanmasını belirleyen bürokratik kültür de bir alt kültürdür ve toplumun sosyal ve siyasi kültüründen ayrı düşünülemez.
Demokratik bir hukuk devletinde, kendisine tevdi edilen işleri yapmakla yükümlü olan bürokratlar her zaman hukuka uymak zorundadır ve görevlerini yaparken kendilerine esas alacakları dayanak noktası hukuktur. Hukuk devletinde hatır-gönül, tanıdık kayırma gibi kavramların yeri olamaz. Bunun temin edilmesi adına pek çok etkenden söz edilebilir. Kuvvetler ayrılığı, toplumsal denetim, hesap verilebilirlik gibi. Ancak burada şimdilik sadece bürokrasi ve bürokrat kavramlarını ele almaktayız.
Bürokrat kavramını dar manası ile bakanlıklarda çalışan ve belli bir makam ve yöneticilik görevi olan kişiler olarak düşünmek eksik olacaktır. Bürokrat kavramı devlet kurumlarında çalışan bütün memurları kapsayan bir kavramdır ve bünyesinde hâkim, savcı, asker, polis, bakanlık çalışanı vb. bütün memurları barındırmaktadır.
Bürokratların göreve başladıklarında kendilerine bütün meslek yaşantılarında ilke edinmeleri gereken bir prensip öğretilir: “Kanunsuz emir ya da talimat icra edilmez.” Bu ilke ihlal ya da göz ardı edildiğinde yönetim rayından çıkar ve ülke diktatörlük ya da totaliter bir rejim olmaya doğru yol alır. Bu teoremden yola çıkıldığında Türkiye’de hukuksuz ve totaliter bir yönetim anlayışının oluşmasında bürokratların da rollerinin olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olarak ortaya çıkacaktır.
Eğer bürokratlar demokrasi ve hukuk çerçevesinde kalmış olsalardı, büyük bir ihtimalle AKP yönetiminin yozlaşması ve totaliterleşmesi de olanaksız olurdu. Oysa Türkiye’deki bürokratlar sahip oldukları konuma ihanet ederek ya da sorumluluklarını yerine getirmeyerek ülkedeki hukuksuz düzene yol vermiş ve yardımcı olmuşlardır.
AKP iktidarı miadını doldurduğunda ve işlenen suçlardan ötürü yargılamalar başladığında, hiç şüphesiz suç işlenmesine olanak sağlayan bürokratlar da aynı kaderi yaşayacak ve adil mahkemeler huzurunda hesap vereceklerdir.
“Biz sadece bize verilen talimatları uyguladık” ifadesi ya da savunması hiç kimseyi kurtarmayacaktır. Doğal olarak yapılan zulümlerde ve ortaya çıkan hukuksuzluklarda dahli olan bütün bürokratlar zamanı geldiğinde tek tek hesap verecekler ve cezalarını çekecekler. Bu konuda hiçbir tereddüt ve şüphe taşımaya gerek yok.
Konu ile ilgili sayısız örnek vermek mümkündür. 20 yılın dökümünü yapmaya gerek yok. En taze örnekler hemen göz önünde duruyor. Bunlardan bir tanesi, mahkemenin tahliye kararına rağmen İstanbul Büyükada’daki şehir hatları vapur iskelesinde bulunan Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) kiralanan kafeteryanın tahliye edilmemesidir. Ortada mahkemenin açık bir tahliye kararı bulunmaktadır. Söz konusu mahkeme kararına rağmen tahliye işlemi yapılmamaktadır. Mahkeme kararına sadece vakıf değil, aynı zamanda idarenin hukuksuz eylemine destek olan polis de direnmektedir.
Esasında bu hukuksuz uygulamanın temelleri 17-25 Aralık döneminin hemen akabinde atılmıştır. Mahkeme kararına direnen vakıf yöneticileri, vakıf çalışanları, polis, polisi oraya gönderen polis şefi, bu konuda talimat veren kaymakam aleni sorumludur. Söz konusu hukuksuzluğa karşı sorumlu mahkemenin gerekli yasal süreci devam ettirmemesi ve başlatmaması da ayrı bir hukuksuzluk konusu teşkil etmektedir.
Başka bir örnek olarak, kanser hastalığının dördüncü evresinde olan ve kendi hayatını tek başına idame ettiremeyen bir kadının (Ayşe Özdoğan’ın) hapse atılması verilebilir. Kanunda açıkça yazılı olmasına rağmen hayati tehlikesi olan ve kendi başına bakımını yapamayan bir kanser hastası, hukuka aykırı bir şekilde hapse atılmıştır.
Söz konusu hukuksuzlukta, şüphelinin tutuklanmasını talep eden savcı, bu yönde karar veren hâkim, cezaevinde kalmasını onaylayan adli tıp kurumu, tutuklunun hayati tehlikesini ve durumunu gördüğü halde herhangi bir işlem yapmayan cezaevi yönetimi, tutuklunun tedavisini yapan ama durumu ile ilgili rapor hazırlamayan doktor, hepsi de suç ortağıdır. Türkiye’de tesis edilen otokratik yönetimin ve diktatörlüğün oluşumunda ve devam ettirilmesinde hiç şüphesiz bürokratların rolü çok büyüktür. Bürokratik destek olmadan siyasal iktidarın hiçbir hukuksuzluğu hayata geçirmesi mümkün değildir. Bu nedenle bürokratlar ve siyasetçiler bu konuda suç ortaklarıdır ve bu ortaklığa omuz verenlerle birlikte bir gün mutlaka hesap vereceklerdir.