Yakın dönem Türk siyasetini takip edenlerin hemen hatırlayacağı meşhur bir ifade vardır. Askerlerin, hükümet icraatlarından memnun olmadığını belirten ve kimilerine göre uyarı kimilerine göre ise tehdit içeren bir söz: “Genç subaylar rahatsız!”
Çoğu kesim tarafından bu ifade bir dönem Hükümete muhalif bir gazetenin manşeti olarak bilinir. Aslına bakılırsa manşet tam olarak bu şekilde değildir. 23 Mayıs 2003 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay imzasıyla yayımlanan haberin manşetten verilen başlığı tam olarak “Genç Subaylar Tedirgin!” şeklindedir.
Habere göre Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı bazı konularda uyarmıştır. Neydi bu konular? Tam demokrasi, 19 Mayıs kutlamaları, AB ile ilişkiler kapsamında TSK’nin dizayn edilmesi ve TSK tabanındaki kaygılar…
Gazeteci Balbay daha sonra yaptığı açıklamada, Erdoğan ile Özkök arasında geçen görüşmede konuşulanları ve uyarının doğruluğunu teyit için iki gün beklediğini ve bazı yetkililerle görüştüğünü söylemiştir.
Gazetenin manşetindeki “genç subaylar”dan kasıt tabii ki sadece teğmenler ve üsteğmenler değildi. Zannediyorum Balbay, dönemin generallerinin doğrudan hedef alınmaması için, geniş kapsamlı ve yuvarlak bir ifade kullanmıştı.
Ak Parti hükümetinin göreve gelmesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmişken endişelenecek ne olmuştu acaba? Daha ilk aylarını yaşamakta olan Ak Parti hükümeti, Genel Başkan Erdoğan’ın seçim yasağının kaldırılmasını sağlamak için canla başla mücadele vermekle ve Avrupa’ya sempatik mesajlar göndermekle meşguldü. Bu açıdan baktığınızda ortada genç subayları tedirgin edecek bir durum yoktu. Ancak ciddi bir uyarı, henüz gücünü toplayamamış, halkın çoğunluğunun sempatisini kazanamamış ve kurumlara yeterince etki edemeyen genç bir partiyi kontrol altında tutmak açısından önemli görülmüş olabilir.
Bu uyarı o derece ciddidir ki üzerinden bir sene geçtikten sonra dahi Milli Güvenlik Kurulu (MGK)’nda gündem olur ve kurulun bildiri metnine yansır. Bu MGK bildirisi ile -bir bakıma AK Partiye destek veren- dini grupların her türlü faaliyetlerinin hükümet ve güvenlik birimleri tarafından takip ve kontrol altına alınmasına karar verilmiştir. Toplantıda alınan kararların ve bildiri metnine yansıyan ifadelerin hangilerinin ya da ne kadarının Ak Parti’ye yani iktidar yöneticilerine ait olduğunu bilmiyoruz. Fakat nihayetinde bu kararların altında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün ve toplantıya katılan ilgili Ak Partili bakanların da imzası bulunmaktadır.
Konuyla ilgili bazı belgeleri de ihtiva eden 28 Kasım 2013 tarihli Taraf Gazetesinin yayınından sonra Hükümet kanadından peş peşe yalanlamalar geldi. MGK bildirisinin sadece tavsiye niteliğinde olduğu ve uygulanmadığı söylendi. Fakat hemen peşinden yine aynı gazete bu kez 28 Ekim 2004 tarihli ve Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer imzasını taşıyan ve MGK bildirisinde yazılı hususlara ilişkin çalışma yapılmasını içeren talimat yazısını yayınladı.
İşin sonunda “genç subayların” tedirginliği giderilmiş oldu! “Genç subaylar” hem Siyasal İslamcı bir partiyi palazlanmadan hizaya getirmiş hem de tehdit olarak gördükleri dini gruplara karşı iktidar erkini yanlarına almış oldular.
Bu yaşananların devamı ve teyidi olarak okunabilecek diğer bir vaka da 27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanan E-Muhtıra’dan tam 1 hafta sonra 5 Mayıs 2007’de Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt arasında gerçekleşen meşhur Dolmabahçe görüşmesidir.
Lehine sonuçlar doğuracak durumları her platformda anlatmaktan çekinmeyen Erdoğan’ın bu görüşme için “Benimle mezara gidecek” demesi normal olmamalı ve normal de karşılanmamalı.
Tabi son beş yılda yaşananlara baktığımızda Erdoğan’ın ve Ak Parti bürokrasisinin FETÖ ile mücadele söylemini kullanarak Gülenci olarak tanımladığı kişilere karşı bir tutum geliştirmesini, belki de bu açıdan, yani 2003’te “tedirgin” olan genç subayların eğilimlerini dikkate alarak incelemek gerekir.
İlerleyen süreçte yaşananlar herkesin malumu. Darbe davaları ve 15 Temmuz süreci ile TSK ve Jandarma halkın gözünden düşürülerek pasifize edilmek istendi. Sivilleşme adı altında bu kurumlar siyasallaştırıldı. Ak Parti, Erdoğan ya da Siyasal İslam’la aynı noktada duruş sergilemeyen; Gülenci, Ergenekoncu, Balyozcu, Kemalist, vb biçimde kategorize edilen rütbe sahipleri, FETÖ ile mücadele söylemi geniş bir parantez biçiminde kullanılarak askerlik mesleğinden uzaklaştırıldı. Neticede Ak Parti ve Erdoğan açısından artık ortalıkta, AK Parti icraatlarından ve ülkenin sürüklendiği ideolojik, sosyal ve ekonomik çıkmazdan rahatsız olacak “genç subay” kalmadı.
Peki, yaşlı subay kaldı mı?
İktidar politikalarından rahatsızlık duyan vatandaşların, geçmiş kimlikleri ne olursa olsun, kamudan emekli olduktan sonra görüşlerini kamuoyu ile paylaşmalarından bir darbe senaryosu üretilmesini ve imzası olanlar hakkında soruşturma başlatılmasını hayretler içerisinde izledik. “Rahatsız” bazı yaşlı emekli amirallerin Montrö Sözleşmesi ile ilgili olarak bildiri yayınlaması meselesine de bu açıdan bakmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.
Aslında benzer açıklamalar başka ülkelerde de yapıldı ve açıklama sahiplerinin karşılaştığı tepki hiç de bizdeki gibi olmadı. Mesela geçtiğimiz aylarda Fransa’da ve yakın bir zamanda da ABD’de benzer gelişmeler yaşandı. Emekli generaller devlet başkanlarını uyardılar. ABD’de 124 emekli general kaleme aldıkları bildiride doğrudan Başkan Joe Biden’ı hedef alarak; sınır güvenliği, yasadışı oy kullanma, Çin, İran ve ücretlerin düşürülmesi konusundaki endişelerini dile getirdiler. Fransa’da ise 16 general tarafından İslamcılığa ve Fransa’nın parçalanmasına karşı küresel stratejinin geliştirilmesi gerektiği ve iç savaş uyarısının yapıldığı bir dosya hazırlandı. Ama ne ABD’de ne de Fransa’da bu generaller darbecilikle suçlanmadı. Devlet başkanları veya siyasetçiler tarafından hedef gösterilmediler.
Velhasıl genciyle yaşlısıyla kendini rahatsız hisseden bütün askerler bir darbecilik yaftalamasından ve cenderesinden geçiriliyor.
Gelinen noktada; devlet yönetiminde devlet aklını bir kenara bırakıp, farklı fikirler üretebilecek hiçbir kurumdan veya STK’dan destek ya da tavsiye almayan, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay ve Yargıtay gibi Türkiye Cumhuriyetini ayakta tutan “kurumsallaşmış” kurumları siyasete bağımlı hale getiren, her fırsatta Türkiye Büyük Millet Meclisini baypas eden hatta istediği an meclisi feshetme yetkisini eline alan, ülkeyi uluslararası dengeler ve evrensel hukukun gereği olan kanunlarla değil de KHK’larla ve adeta “tek adam” rejimi ile yöneten bir iktidara sahip olduğumuza dair geniş bir konsensüs oluşmuş durumda.
Siyasallaşan hukuk ve tekelleşen medya üzerinde Erdoğan’ın sahip olduğu etki gücü de göz önüne alındığında ortaya çıkan yönetim şeklinin ne olduğuna zannediyorum okuyucu kendisi karar verecektir.
Ve belki bu noktada şu soruları sormaktan da çekinmemek gerekmektedir: 15 Temmuz sürecinin sahadaki ya da perde gerisindeki aktörleri 2003 yılının “tedirgin” olan genç subayları mıydı? O “genç” subaylardan şu an hala görevde ve üst düzey komuta kademesinde olan kimler var?
Ve son soru: Yaşlı subaylar hala rahatsız mı?