AKP açısından kadrolaşmanın “dava-İslam ya da din-İslam ideolojisi” açısından bir tarifi var mı? Temeline bu kaygıları koyduğu bir arayışı var mı? Yok! Öyle görmek isteyenler olsa dahi yok. Zira Erdoğan tarafından temelleri oluşturulan siyasal partinin bir ideolojik duruşu yok.
“Olur mu canım, bunlar ‘Siyasal İslamcı’ değil mi,” diyenleri duyar gibiyim. Gerçekten öyleler mi? Sadece bazılarımız onları bu şekilde tanımladığımız için öyle olduklarını düşünüyoruz. Hepsi bu.
AKP iktidarının sahip olduğu yönetim anlayışı ve becerisinin İslam’la ve onun siyasal bir düzlemdeki yorumuyla izah edilebilmesi mümkün değil. Dinsel argümanları sadece parti içi söylemlerde ve halka yönelik beyanlarında kullanan Erdoğan ve yol arkadaşları, iş icraata ve uluslararası politikaya geldiğinde renklerini ve tonlarını kurnazca değiştirebiliyorlar. Ve muhatapları sadece kendilerine yönelik söylenen sözleri baz aldığında ve tutarlılık sorgulaması da yapmadığında, kulağa hoş gelen sözlerin büyüsüne bir kere daha, bir kere daha tav oluyorlar.
Bu ne zamana kadar sürer, bilemem. Bu ifade ve icraat çelişkisinin onlarca örneğini bir araya getirdiğimizde karşımıza çıkan tabloya siyasal değil de “Sayısal İslam” demek daha doğru olacak.
Peki, nedir “Sayısal İslam”? Sayısal İslam, yönetimde niteliğe değil her bakımdan niceliğe önem verir. Buna göre, ehil kadro değil, “kendinden olan” kadro daha kıymetlidir. Uzman görüşü yerine, halkın çoğu kere çıkarlarını önceleyen reyi daha makbuldür. Bilimsel olana değil, popüler olana itibar edilir.
Sayısal İslam’ın ideolojik bir yönü bulunmamaktadır, tamamen çıkar ilişkilerine dayanan bir doğası vardır. Ve bu çıkar ilişkisi zannedildiği gibi siyasal partinin kurumsal menfaatleri için değil, partiyi yönetenlerin kişisel menfaat ve ikbal beklentilerinin gerçekleşmesi ve sürdürülebilir hale getirilmesine dönük olarak oluşturulur. Erdoğan bunu o derecede sistematize etti ki, Türkiye’nin yakın dönem siyasal tarihi yazıldığında, bir siyaset aktörünün şahsi çıkarları için İslam dinini, Türk milliyetçiliğini, parti fetişizmini sınırsızca yağmalayan, halkın reyine talip olmak ve meşruiyet kazanmak için siyasal fanatizmi üst perdeden kullanan siyaset aktörü olarak Recep Tayyip Erdoğan adını ilk sıraya not edilecektir.
İşte bu noktada Erdoğan açısından ortaya çıkan ciddi bir “ekip” sorunu var. Doğaldır ki Erdoğan da bütün yönetici ya da liderler gibi, hayalini kurduğu mevkilere ulaşabilmek adına politika üretirken konjonktürel olarak birlikte çalışacağı insanlara ihtiyaç duymakta.
Bu ihtiyacı karşılamak için sahip olduğu siyasal gücünü ve (ak ya da kara) paraya hükmetme becerisini kullanarak kendisine kullanışlı partnerler bulmakta hiçbir dönem zorlanmadı. Ben bu partnerlik teşkilatına “menfaat çetesi” demeyi tercih ediyorum. Yani Erdoğan, hayalini kurduğu geleceği inşa etmek için, üyeleri sık sık değişen bir menfaat çetesi ile yola çıktı ve öyle de yola devam ediyor.
Bu çetenin siyasette ve toplumda birçok üyesi olduğu gibi kamu kurumlarında ve bürokraside de üyeleri var. Menfaat çetesinin kamudaki elemanları çeteye üyelik vasıtasıyla kimi zaman maddi bir kazanç ediniyor olsalar da asıl hedefleri kurumsal hiyerarşi içerisindeki yükselme beklentilerinin karşılık bulmasıdır. Kendilerine bir koltuk vaat ediliyor ve onlardan sonra o koltuklara kimlerin geleceğini ise önem ve önceliğine göre bizzat Erdoğan belirliyor. Ve bu menfaat çarkı kamu kurumlarının bünyesinde öyle yaygın bir biçimde işletiliyor ki dönüşüm ve kadrolaşma olarak belirginleşen, ama aslında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Cumhuriyet ilkelerinden kopmasını hedefleyen aksiyon, adım adım icra edilmiş oluyor.
Bu dönüşüm ve kadrolaşma aksiyonunun en görünür hale geldiği yerlerden birisinin TSK olduğunu söylemek, zannediyorum şaşırtıcı olmayacaktır. Erdoğan, iktidarını sürdürdüğü 19 yıl boyunca, dönüşüm ve kadrolaşma için gözlerini inatla TSK’ya dikti. Her darbe söylentisini bir fırsata dönüştürerek TSK’da yapısal bir takım değişiklikler oluşturmaya gayret etti. Fakat her seferinde başarısızlığa uğradı. Bu başarısızlıklar zinciri onu, “menfaat çetesini” güçlendirerek TSK’nın üzerine çullanma stratejisi geliştirmek için daha da iştahlandırdı. Ve nihayetinde 15 Temmuz ve sonrasında yaşanan süreç TSK’nın dönüştürülmesi ve kadrolaşma için “Allah’ın lütfu” bir fırsata dönüştürüldü.
Yüksek Askeri Şura (YAŞ) marifetiyle yürütülen üst düzey atama ve terfilerde Erdoğan’ın “Sayısal İslam” aritmetiğini uygulamak için YAŞ’ın yapısı yeniden düzenlendi.
Harp Okullarında subay yetiştirilme sisteminden tutun da astsubaylardan generallere kadar muvazzaf askerlerin atama, terfi, görevlendirme, ceza ve mükâfat, görevden alma ve emeklilik dâhil neredeyse bütün özlük işlemlerini Saray’dan yönetecek şekilde düzenlemeler getirdi.
Her türlü savunma sanayii harcama ve yatırımında ilk ve son sözü söyleme yetkileri Erdoğan’da toplandı.
TSK envanterindeki silahların başka kurumlara devredilmesi, kurum dışından birilerinin kullanımına sunulması gibi düne kadar şakası bile yapılmayacak hususlar icraata döküldü.
MİT’in başına eski bir astsubay, MSB’nin başına eski bir General, Cumhurbaşkanlığı güvenlik başdanışmanlığına ise paramiliter oluşum SADAT’ın kurucusu başka bir emekli General getirildi. SADAT uluslararası silahlı işlerde (başta Suriye ve Libya olmak üzere değişik ülkelerde) TBMM denetimi dışında etkin olarak kullanıldı.
Erdoğan’ın dönüşüm ve kadrolaşma hamlesinin önemli diğer bir ismi de 15 Temmuzda, Jandarma Genel Komutanlığı Karargâhında (Ankara-Beştepe) bir çatışma ortamı oluşturarak birçok askerin keskin nişancı kurşunuyla vurularak öldürülmesinde baş aktör olan dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Harekât Başkanı Tümgeneral Arif Çetin’dir. Önce Korgeneral, teamüllere aykırı olarak bir yıl sonra da Orgeneral rütbesiyle Jandarma Genel Komutanlığına atandı. Bu atamanın ardından Jandarma Genel Komutanlığı tamamen İçişleri Bakanına bağlandı ve personel, teşkilatlanma ve görev kapsamındaki bütün işlemleri “siyasal denetim” adı altında iktidar partisinin kontrol ve denetimine teslim edildi.
Dönüşüm ve kadrolaşma hamlelerini, iktidar partisinin ismindeki adalet ve kalkınma kavramlarının arkasına saklamak artık mümkün değil. Demokratikleşme söylemine dair kurulan en fiyakalı cümleler ise artık komik birer aforizmadan ibaret.
Yalan, haram ve talan tezgâhından geçen bütün politikalar açıkça ülke güvenliğini tehdit etmekte. Kalabalık yığınların bunun farkına varmasını beklemiyorum, fakat diğer taraftan da Sayısal İslam düşüncesiyle zihinleri iğfal edilmemiş ve fişleme mantığıyla insanları yaftalamayan insaflı bireylerin ve toplulukların inisiyatif almasını, seslerini yükseltmesini ve aydınlık gelecek beklentilerini somutlaştıracak adımlar atmalarını canı gönülden temenni ediyorum. Bu temenniye bir de Türkiye’deki mevcut entelektüel kesimin olan bitene bu denli yabancı ve ilgisiz kalmasının neden olduğu kaygıları da eklersek, mevcut problemlerin neden kronikleştiğini daha iyi anlamış oluruz.
Bugünün Türkiye’sinde bize, yaşanan “Sayısal İslam” paradigmasının acı sonuçlar doğurmamasını dilemekten başka çare de kalmıyor. Umalım ki, ülkeyi sevmenin Erdoğan’ı sevmekle özdeşleştirildiği bir ortamda, sayıların ülkemizin kaderini belirlemesi, bizi hep birlikte sayı dizisinin başına, “sıfır”a götürmesin!