Cihatçı örgütlerin “bitirildiği” ya da çökertildiği söylemi oldukça yanıltıcıdır. Bu söylem, cihatçı örgütlerin yapısal dönüşümleri ve örgütsel geçişkenlikleri karşısında anlamsız kalır.
Bir cihatçı örgütün yapısal olarak çökertilmesi ve eleman gücünün etkisiz hale getirilmesi, başka cihatçı örgütler var olduğu müddetçe mümkün değildir. Güvenlik politikaları açısından ya da siyaseten belki bir cihatçı örgütün varlığının sona erdirildiğini söylemek makul karşılanabilir. Bu durumu örgütsel sosyolojinin klasik verilerini kullanarak izah etmek de mümkün olabilir. Fakat bu tip örgütlenmelerdeki eleman geçişkenliği ve ideolojik devamlılık (ya da aktarım), bunlardan birisinin çökertildiği söylemini bir iddia seviyesine indirir. Ve bu iddia çok kısa bir zaman içerisinde geçerliliğini kaybeder.
Bu bağlamda IŞİD, El Nusra, Taliban, El Kaide vb. cihatçı örgütlerle mücadele gayretinin tek tek örgütlere değil, bütünsel olarak cihatçı terörle mücadeleye yöneltilmesi gerekmektedir.
Niçin böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım.
Dine ya da ideolojiye dayanarak oluşan bir toplumu ya da toplulukları, öncelikle kendi sistematikleri ve kendi kavramları üzerinden incelemek gerekir. Bu inceleme sonucunda (dinsel ya da ideolojik) kendi verilerinin tutarlılığı, işe yararlığı, ya da hangi kritere göre değerlendirilecekse o yönünün mercek altına alınması makul bir yaklaşım olur. Bununla birlikte dinin ya da ideolojinin gündelik hayata yansıması, öteki dünya (ahiret) inancımıza etki etmesi ise bambaşka incelemeler gerektirir.
Siyasal alan içerisinde dinsel terminolojiyi kullanmak, İslam özelinde söylersek, İslam’ın verileri ile siyaset söylemi geliştirmek, dinin siyasal bir araç olarak kullanılmasını doğurur. Siyasal İslam’ın gündelik hayat pratiğimizde görünür haldeki şekli aşağı yukarı budur. Tabii ki siyasal İslam bundan ibaret değildir. Bu noktada İslam’ın siyasallaşmasından bahsetmek pekâlâ mümkündür, fakat Siyasal İslam tabirini kullanarak fikir ya da eylem bazlı bir kavram çerçevesi oluşturmak doğru değildir.
Bunu yapmaya kalktığınızda “Siyasal İslam” söylemini aktive etmiş yani cepheleştirmiş olursunuz. İşte bunun adı “cihatçılık”tır. Bu noktada politikacıların ve militanların, siyasette ve silahlı eylem alanında sahip oldukları motivasyon aşağı yukarı aynıdır. Her iki kesim de dini kuralların hâkim olacağı bir yönetim anlayışının gerçekleşmesi için mücadele etmektedir. Aynı dinsel motivasyonla fakat farklı kulvarlarda mücadele gayretinde olsalardı, böyle düşünmek doğru olmazdı. Gel gör ki Siyasal İslam fanatikleri açısından cihat düşüncesi, hedeflerine varmak adına kullanmak istedikleri yöntemlerden birisi.
Gücünü halk tabanından almayan, tepeden inmeci anlayışla toplumu şekillendirmek isteyen bütün oluşumlarda olduğu gibi, Siyasal İslam uygulayıcıları da kendi kontrollerinde bir silahlı güce sahip olma fikrinden asla vazgeçmemişlerdir. Bunun adı, SADAT olur, IŞİD olur, ÖSO olur ya da genel bir tabirle cihatçı olur, fark etmez. Bu noktada cihatçılar ve bu pratiği besleyen selefi akımlar, Siyasal İslam’ın arka bahçesi değil, doğrudan işlevsel bir aracı olarak görülmektedir.
Şöyle bir yaklaşımla da meseleye bakılabilir. “Siyasal İslam” dediğimizde buna son yarım yüzyıldır etkili olan Cihat akımlarını da dâhil etmek gerekir. Nihayetinde cihat düşüncesini benimseyen grupların da siyasal bir hedefleri var: Şeriat düzenini kurmak.
Unutmamak gerekir ki ne Taliban ne IŞİD ne de başka bir cihadist oluşumla mücadele meselesi ülkelerin gündeminde hiçbir zaman ideolojik bir boyutta yer almadı.
Siyasal İslam’ın da, El Kaide, IŞİD, Taliban gibi cihat düşüncesini öncelikli bir hayat tarzı ya da mücadele biçimi olarak empoze eden örgütlerin de kendilerini Sünni İslam anlayışının bir neticesi olarak tanımlamaları, tamamen ideolojik bir zeminde yer bulabilmek kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu kaygıya dayanılarak oluşturulan söylem maalesef Cihatçılık konusunda yazıp çizenlerin hatalı değerlendirmeler yapmalarına neden olmaktadır.
Siyasal İslam’ın da cihatçılık düşüncesini benimseyen örgütlerin de İslam adına hareket ediyormuş gibi bir görüntü vermeleri ya da kimilerinin öyle olduğunu zannetmeleri birçok problemin kaynağını oluşturmaktadır. Belki de sorunun kaynağını bu bağlamda aramak gerekmektedir. Şöyle ki;
Bugün ortaya çıkan Siyasal İslam uygulamalarının kökenlerini geçmişte aramak ilk başta mantıklı gibi görünüyor. Fakat yanlış. Tıpkı bugün ortaya çıkan selefi akımların kökenlerinin geçmişte aranmasının yanlış olması gibi.
Beyaz entarileri, uzun sakalları ve sarıklı kafalarıyla ekranlarda ve çarşı pazarda arzı endam eden figürleri her gördüğümüzde zihnimizde ilk dönem İslam tarihine dair belli belirsiz bir hayalin canlanması dikkatimizi yanlış noktalara taşımaktadır. Bu görüntülerin onları taşıyan kişilerde duygusal bir karşılığı olabilir, fakat bu kılık-kıyafet üzerinden İslam tarihinin ilk dönemleri ile düşünsel bir bağ kurmak tamamen yanlış bir okumadır.
Modern ve postmodern zamanların düşünsel ya da eyleme dönük olarak ortaya çıkan dinsel motivasyonlu akımlarında, erken dönem İslam tarihinin izlerini aramak ve bu dönemle aralarında bir bağ kurmak “düz mantıkla” inşa edilen tarihselci bir yaklaşımdır.
Bugün ortaya çıkan radikal akımların neredeyse tamamının en önemli motivasyonları “tepkisel” olmalarıdır. Din karşıtı söyleme, modern ve postmodern algının şekillendirdiği sanata ve sosyal hayata, laik yaklaşımların etkin olduğu alanlarda ortaya çıkan liberal politikalara ve seküler gündelik hayat deneyimlerine karşı tepkiseldirler.
Tepkisel bir motivasyonla ortaya çıkan dini görünümlü akımların isimlerini koyarken (mesela “selefi gruplar” derken), bu akımlara ideolojik bir derinlik katmak adına, tarihsel bir sürekliliğe dikkatleri çekmek, onların reklamını yapmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.
Bu akımların hemen hemen tamamı, içinden geçmekte olduğumuz zamanların ürünüdür. Bugün için, popüler olanı hayatının merkezine koymayan düşünsel, siyasal, toplumsal ya da bürokratik bir hareketin varlığından söz edilebilir mi? Neredeyse her yapı ve eylem, popüler olanın cazibesi ile sarmalanmış durumda. İdeal bir duruş ve aksiyon sergileme iddiası her kesim açısından söz konusu olmakla birlikte, bunların ne kadarının içten ve toplumsal faydaya dönük olduğunu tabii ki zaman gösterecektir.
Sözün özü şudur ki ister siyaset bilimi disiplini içerisinde ister ilahiyat ve teolojik yaklaşımlar açısından olsun cihat hareketlerinin ortaya çıkış sürecini incelerken erken dönem İslam tarihi ile bağ kurmak, bunun üzerinden yapılacak bütün analiz ve değerlendirmeleri hatalı bir hale dönüştürecektir. Cihat hareketlerini savunanların, bunların gerekliliğine dair ortaya koyabildikleri tarihsel bir yaklaşım da yoktur. Nitekim, İslam tarihi ve İslam Fıkhı uzmanlarına göre de ne Kur’an’da ne İslam Peygamberinin sözlerinde ne önde gelen mezhep imamlarının yaklaşımlarında cihadistlerin anladığı manada cihat düşüncesini önceleyen bir bakış açısı yakalamak mümkün değildir.
Bugünün güncel meselelerine itiraz etmek herkesin hakkıdır. Fakat bu itirazı tepkisel ve İslam referanslı (siyasal ya da cihadist) bir hareket biçiminde sunarak taraftar toplamak açıkçası insanları din ile aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu noktada Siyasal İslamcıların, cihadistleri kardeş olarak görmelerinden, onlara her türlü desteği vermelerinden daha doğal ne olabilir ki!
Başlıktaki soruya cevabımızı net biçimde vermiş olalım: Evet, cihatçılık Siyasal İslam’a dahildir. Ve bu birliktelik hem Türkiye hem dünya hem de İslam açısından tehdittir.