Alevi-Sünni tartışmalarının Türkiye’de toplumsal bir karşılığı var. Kutuplaşmaya meyilli kesimler bu iki kavramı bir arada duyduğunda hemen bıçaklarını bilemeye başlıyorlar. İlk akla gelen de ülkeyi 12 Eylül darbesine sürükleyen gerilimler oluyor.
Toplumu inanç değerleri üzerinden kategorize etmenin somut karşılığı “çatışma”dır. Bir akademisyenin akademik bir kaygı gütmeden, toplumsal bir fayda ummadan inanç kategorizasyonu yapması iyi niyetli bir yaklaşım olamaz. İnsanlığın ve de günümüz Türkiye’sinin ortak sorunu olan hırsızlık, talan, rüşvet, cinayet, tecavüz, yalancılık gibi sorunlar karşısında ortak bir tutum geliştirmenin yollarını araştırmak varken, inanç merkezli farklılıkları toplumsal kutuplaşmaya neden olacak biçimde dinsel terminolojiyi de kullanarak yorumlamak ve bu kavramlar üzerinden toplumsal ilişkilere çeki düzen vermeye çalışmak ne anlama geliyor?
Hayrettin Karaman’ın son “Sünni erkek Alevi bir kızla evlenemez” açıklamaları da bu bağlamda, talihsiz olmaktan öte bir anlam ifade ediyor. Ülkemizdeki maneviyat güvenliği sorununun hangi aşamada olduğunu gösteren oldukça ilginç bir örnekle daha karşı karşıyayız. (“Maneviyat güvenliği” konusuyla ilgili önceki yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.)
Karaman’ın kişisel web sayfasında yayınlanan ve tartışmalara neden olan soru-cevap metnini buraya aynen alıyorum. Konuyu aktarmak için kullanılan başlık dahi ayrıştırıcı çağrışımlar barındırıyor. Başlık, “Alevi ile evlenmek”:
“Soru: Benim 22 yaşında bir kızım var ve okul arkadaşları arasından bir gençle konuşuyor ve ciddi olarak neticelendirmeye niyetliler. Aileyi araştırdık, ailenin çok iyi bir aile olduğunu öğrendik ancak delikanlı ve ailesi Alevî mezhebinden. Bu durum karşısında ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim, Alevi inançlı biriyle Sünni inançlı birisinin evlenmesi caiz midir? Caizse ben bunu babama [kızın dedesine] nasıl anlatabilirim; zira babama konuyu açtığımda ilk sorusu “Mezhebi nedir?” oldu. Gerçekten o ana kadar mezhebini bilemedik, araştırdığımızda öğrendik. Şimdi babam sürekli soruyor, ben tam bilgi sahibi olmadığım için babamdan gizliyorum, ancak her şeye rağmen babam “hayır, olmaz” derse kesinlikle olmayacak. Ancak bir yanda da evladım var, çıkmaz bir durumdayım; ben, eşim ve çocuklar, biz aslen Arnavut’uz, 1957 yılında göç etmişiz. Aile yapısı olarak baba ve annemizin sözünden çıkmamaya gayret eden bir yapıya sahibiz. Benim sizden ricam bu durumda nasıl davranmam gerekiyor, beni bilgilendirebilirseniz çok sevineceğim. Olmayacaksa da bunu kızıma anlatabilmeliyim, sizin yollayacağınız mail cevabını okutabilirim kızıma, olabilirliği varsa da bu sefer babama okutup ikna etmeye çalışacağım. Hürmetlerimi sunuyorum…
Cevap: Alevilik babadan oğula geçen bir soy, bir kan bağı değildir. İnsan bugün Alevi, yarın dönüp Sünni veya tersi olabilir. Bu gencin ailesi Alevi olmakla beraber gencin kendisi İslam’a Sünniler gibi inanıyorsa, Amentüyü bizler gibi kabul ediyorsa o makbul bir Müslümandır. Eğer bilerek Aleviliğini koruyorsa, Alevilere ait olup İslam ile bağdaşması mümkün olmayan inançları ve uygulamaları muhafaza ediyorsa o genç ile Sünni bir kız evlenemez. Durumunuzu buna göre inceler kararı siz verirsiniz.”
Karaman, kızının isteği ile aile büyüklerinin tutumu arasında tercih krizi yaşayan ebeveyne, psikolojik destek ya da aile danışmanlığı desteği almasını tavsiye etmek yerine, aileyi bunalıma sokacak yüzeysel bir cevap veriyor. Ve bu soru-cevap metnini yayınlayarak da toplumsal kutuplaşmanın fitilini ateşliyor.
Karaman’ın hem Sünni hem de Alevi kesimde inanç değerlerini fanatik bir biçimde tartışan insanların varlığından haberdar olmadığını söyleyebilir misiniz? Bal gibi de biliyor!
Karaman’ın, her iki kesim arasında yüzyıllardır süregelen kız alıp verme ve birlikte yaşama pratiklerinden haberdar olmadığını düşünebilir misiniz? Kesinlikle hayır!
Karaman’ın, soruyu soran kişinin maruz kaldığı psikolojik baskı ortamının farkına varmamış olabileceğini zannediyor musunuz? Tabii ki de hayır!
O halde Karaman, takındığı bu tutum ile neyi hedeflemektedir?
Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde 07.11.2021 tarihinde kendisine sorulan başka bir soruya daha bakın nasıl cevap veriyor:
“Aşı olmak farz mıdır ya da zaruri midir?
Cevap: Ben aşının koruduğuna inanıyorum. Benim gibi inanan bir kimsenin aşı olarak ve diğer tedbirleri alarak hem kendinin hem de çevresindekilerin hayatını ve sağlığını koruması farzdır, zaruridir.”
Diyanet tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisine göre farz, “Fıkıh usulünde dinin mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı şekilde istediği fiili ifade eder.” şeklinde tanımlanmış. Yine aynı kaynakta zaruret kavramı için ise şu açıklama yapılmış: “Zorunlu, kaçınılması imkânsız olan anlamında mantık ve felsefe terimi. Dinin yasaklarını ihlâl etmeyi mubah kılacak ölçüde büyük tehlike ve zarar.”
Karaman, İslam fıkhındaki farz kavramı ile zaruret terimini bir arada ele alarak ve bir bakıma da eşitleyerek, aşının hem zaruri hem de farz olduğunu ifade ediyor. Oysa mesele insanların hastalıktan korunması ve bu hastalığı başkalarına bulaştırmaması meselesi. Bunun tek yolu olarak aşının şart olduğuna dair evrensel ve bilimsel bir kabul yok. Hastalıktan korunmak için alternatif birçok yol ve yöntem mevcut.
Aşıyı, sağlığın korunmasında bir zaruret olarak ortaya koymak için İslami bir kavramı (farz) kullanırsanız ve bunu bilimsel dayanaktan yoksun bir biçimde ifade ederseniz bunun adı dinin araçsallaştırılması olur. Hayrettin Karaman’ın yaptığı da tam olarak budur. Bu tipik bir siyasal İslamcı refleksidir.
Her iki örnek de bize toplumun ciddi bir maneviyat güvenliği sorunu ile karşı karşıya bulunduğunu göstermektedir. “Erdoğan’ın fetvacısı” unvanıyla nam salan bir kişinin her sözü toplumun belli bir kesimi tarafından mutlak doğru olarak kabul edilmektedir. Söylenen söz ayrılıkçılığa ve toplumsal kutuplaşmaya neden olacak nitelikte olduğunda bunun toplumdaki karşılığı “çatışma” olarak tezahür edecektir.
İnsanların inanç özgürlüklerini ve maneviyatlarını serbestçe yaşama haklarını tehdit eden bu tür açıklamalar farklı din, inanç, milliyet ve kültür grupları arasında ayrılık tohumları ekmekten başka bir işe yaramaz.
İş, eğitim, eğlence gibi gündelik hayatımızın değişik ünitelerinde birlikte vakit geçirdiğimiz insanların inançları bizi ne derecede ilgilendirir? İlgilendirmeli midir?
Bugünkü şartlar itibariyle, sosyal ilişkilerimizi düzenleyen temel kurallar inanç merkezli olmaktan ziyade seküler ve etik değerlere dayanmalıdır. Etik değerlerin kesişim kümesi, inanca dayalı müştereklerden daha geniştir. İnanç ayrılıkları toplumsal bir zenginliktir, fakat bunları ısrarla nazara vermek bizi birbirimizden uzaklaştırır. İnanç fanatizmi ise bizi birbirimize düşman eder.
Aleviliğe İslam içinde yer vermeyenlerin her türlü hırsızlığa ve ahlaksızlığa cevaz vermeleri, toplumun maneviyat güvenliğinin sağlanması noktasında ciddi bir tehdittir. İnancı, ahlakın önüne koymanın doğurduğu bir sorundur bu. Bu aynı zamanda retorik becerilerini kullanarak halkın gözünde “alim” mevkiine çıkarılanların topluma verdiği zararın da bariz bir göstergesidir.