Mesele Teğmenler Değil Militarizm

Michael Mann militarizmi, “Askerî meseleleri diğer bütün konulardan öncelikli görmek, savaşı ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir durum olarak kabul etmek” olarak tanımladıktan sonra, zorunlu askerliği bir tür militarist gelişme olarak görür. Konunun teorisyenlerinden Cynthia Enloe ise militarizmi “Toplumların ve vatandaşların askerî değerlere hiyerarşiye, devlete sorgusuz itaate, güç kullanımına adaptasyonu” olarak tarif eder.

Ulus devletlerin kurulma aşamasından itibaren başta tanımlanan militarizm modeli milliyetçilik ile harmanlandığında ise ortaya “Ordu-Millet” fikri çıktı. Bu dönüşümü realize eden ilk ülke Fransa’dır. Fransa hem ilk Ulus-Devlet, hem de ilk Ordu-Millettir.

19. yüzyılın başından itibaren Fransa’yı örnek alan Avrupa’da paralı askerlik üzerine kurulu imparatorluk orduları yerlerini zorunlu askerlik görevine dayalı millî vatandaş ordularına bırakmaya başladılar. Bu ordular millileşmenin hem sonucu hem de aracı oldu. Sosyolog Eugen Weber’in deyişiyle, Fransa’da köylülerin “Fransız’a dönüşmeleri sürecinde askerlik eğitim merkezleri önemli rol oynamışlardır.”

Osmanlı Devleti Ulus-Devlete dönüşürken Avrupa’daki gelişmelere paralel tecrübeler yaşandı. Militarist uygulamaları 1700’lere dayanan Almanya ile kurulan askeri-eğitim ekonomik iş birliği anlaşmaları ile Osmanlı elitleri milliyetçi-militarizm modeliyle tanıştılar. Özellikle İttihat ve Terakki kadrolarının yönetimi ele geçirmesinden sonra milleti orduya dönüştürmeye dönük somut uygulamaların arttığı görülmektedir.

1913’te hazırlanan ilköğretim programına erkek çocuklar için “askerî eğitim” dersi [etfal-i zükûra talim-i askerî], beden eğitimi derslerinde “hücum emri, sancak kapma, esir almaca” oyunları müfredata eklendi. Avrupa’nın köklü devletleri milliyetçi-militarist evrimlerini tamamlayarak silahlanma yarışına girdiler.

Osmanlı ordusunda görev yapan Alman subaylar yaklaşmakta olan savaşlara hazırlıklı olma fikrini Harp Okullarında Harbiyelilere telkin ederken Alman militarizmi ideal bir yöntem olarak anlatılıyordu. Militarist ekol kültürü, basını ve kamuoyunu şekillendiriyordu.

Gazeteler askeri liderleri yenilmez kahramanlar olarak lanse ederken, rakip ülkeleri, azınlıkları tehlikeli saldırganlar olarak gösteriyor ve düzenli olarak savaş olasılığı hakkında spekülasyonlar yapılıyordu.

Bununla birlikte 1914’te 1.Dünya savaşının patlak vermesi ve Osmanlı İmparatorluğunun savaşı kaybetmesiyle, milyonluk Osmanlı ordusu silahsızlanma sürecine girdi ve duygusal olarak tükenmiş askerler evlerine dönmeye başladılar. Toplumun her alanında yıkıcı bir kargaşa süreci yaşanıyordu. Anadolu işgal altındaydı. Savaş tecrübesine sahip subaylar, İstanbul hükümetinden umudu kestikçe siyasi sürecin sonucu olarak Anadolu’ya geçtiler. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları liderliğinde verilen varlık yokluk savaşı sonucu yeni ulus devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Savaş bitmiş ama öfkeler dinmemiş ve hesaplar kapanmamıştı. Dünya siyasetini iyi okuyan kurucu kadro yeni savaşların geldiğini öngörebiliyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında milliyetçi-militarist uygulamaların devam etmesinde, yaklaşmakta olan 2. Dünya Savaşının tedirginliği de etkili oldu.

Atatürk sonrası Türkiye’nin militarizm-milliyetçilik ekseninde şekillenen resmi devlet söylemini sahiplenen ordu, ülkenin tek sahibi olduğunu 1960 darbesiyle gösterdi. Ordu içinde farklı hizipler olmasına rağmen hâkim yapılar Mustafa Kemal’in milliyetçilik tanımını daha da sertleştirerek etnisite ağırlıklı (ırkçı) milliyetçilik kurgusunu benimsediler. Bu kurguya göre;

“Askerlik; savunmanın, ordunun veya genel anlamda devlet örgütlenmesinin değil kültürün bir uzantısıdır; savaşçılık Türk ırkının değişmez bir özelliği, Türk kültürünün gururla taşınan bir vasfıdır.”

Bu formülde, Atatürkçülüğün merkezine, kurgulanan bu milliyetçilik anlayışının oturtulduğunu söyleyebiliriz.

Soğuk savaş döneminde NATO’nun desteğini fırsata çeviren ordu merkezli milliyetçi-militarist oluşumlar, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi yapıların koordinesinde toplum mühendisliği operasyonları gerçekleştirdiler. Darbelerle biten bu dönemlerin sonunda darbeyi yapanların hazırlattığı anayasalarla ülkenin yönü militarist çizgide kalmaya devam etti.

Soğuk savaşın bitmesiyle iç düşman tanımını genişleten milliyetçi-militarist devlet aklı irtica tehlikesini gündemine aldı. Oluşan bu fiili durum, milliyetçi-militarist devlet aklının unsurlarından katı laik, seküler ulusalcılara bekledikleri fırsatı vermişti. Bir yandan bölücü terörle mücadele eden TSK, bir yandan da “irtica” ile mücadele ediyordu. Yalnız bir farkla; irticacı potansiyeli taşıyor etiketi altında tasnif edilen kitle potansiyel olarak toplumun neredeyse yüzde seksenini oluşturuyordu. Emrindeki Mehmetçiğin annesinin başörtüsüne müdahale eden seküler yapılar milliyetçi-militarizmin bindiği dalı kestiğinin farkına varamadı. Toplumun ciddi bir kesiminin aklındaki soru; Sakarya Savaşını kazanan ordu nasıl olur da Mehmetçiğin annesinin başörtüsüne karışırdı?

28 Şubat müdahalesi ve ardından gelen ekonomik kriz ile mevcut sistemin kullanışlı siyasi partileri adeta silindi, AKP tek başına iktidar oldu. O dönem TSK içinde güçlü pozisyonda olan seküler ulusalcı cuntanın etkisiyle TSK’nın AKP’ye karşı tavır alması gecikmedi. TSK’nın siyasete bu denli müdahil olmasına toplumun farklı kesimlerinden tepkiler gelirken Ergenekon davaları sürecini başlatan darbe planları deşifre oldu. Sanıklarının bu davaları eleştirmek için kullandıkları “Milli Orduya Kumpas” ifadesindeki “Milli Ordu” kısmı, milliyetçi-militarist kodları bünyesinde taşıyan topluma verilmiş bir mesajdı. Ama toplumun ekseriyeti milliyetçi ve militarist olmasına rağmen bu mesaja cevap vermedi, çünkü 28 Şubat postmodern darbesinin oluşturduğu travmanın toplumdaki etkisi hala devam ediyordu.

Tayyip Erdoğan pragmatizmi tam bu noktada devreye girdi. Hulusi Akar, Hakan Fidan gibi aktörlerin de desteği ile gerçekleşen 15 Temmuz hadisesi Erdoğan’a aradığı fırsatı vermiş oldu. TSK adeta lağvedildi, generallerin %50’si, kurmay subayların %90’ı olmak üzere yaklaşık 40 bin personelin ordudan ilişiği kesildi. Askeri liseler kapatılırken, Harp Okulları üniversite şeklinde yeniden dizayn edildi, giriş koşulları objektif olmayan kriterlere bağlandı. TSK, siyasi iktidarın propaganda aparatına dönüştü. Suriye, Libya, Azerbaycan, Somali, Katar gibi ülkelerde icra edilen askeri operasyonlar ve kurulan birlikler hakkında yoğun propaganda yayınları gerçekleştirildi. Asker temalı milliyetçi militarist diziler ile toplum adeta büyülendi. İslam soslu milliyetçi-militarist yeni sistemi toplumun satın alması ise çok kolay oldu. Geriye bu dönüşümün kemale erdirilmesi kalıyordu. Ve kuralsız bir kadrolaşma süreci başlatıldı.

Bu bağlamda Milli Savunma Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde, 1995 yılından beri okunagelen yemin metnini okuyan genç subayların ordudan ihraç edilmek istenmesini bir gözdağı olarak değerlendirebiliriz. Yemin krizinin yapay mı, gerçek mi olduğu tartışılır ancak olay, toplumun farklı kesimlerinde farklı yorumlara neden oldu. Kimileri genç subayların hareketini bir direniş sembolü olarak değerlendirirken, kimileri ise bunu askeri disipline aykırı bir davranış ve iktidara yönelik bir mesaj olarak yorumladı.

Her iki tarafın tepkileri incelendiğinde zihin dünyalarının milliyetçi-militarist reflekslerden beslendiği açıkça görülebilir. Ancak asıl mesele, ayrışmanın toplumsal katmanlarda mı yoksa başka bir düzlemde mi yaşandığıdır. Ben toplumda bu konuda keskin bir ayrışma olduğunu düşünmüyorum. Ayrışma, daha çok ülkeyi yöneten iktidar ortakları ile 15 Temmuz sonrası onlara destek veren seküler milliyetçiler (Ulusalcılar) arasında yaşanıyor. Bu ayrışmanın topluma yayılmasının özellikle istendiği de söylenebilir.

Ancak bu tablo, tarafların daha sivil ve demokratik kurumlara sahip bir devlet hayali kurmadığını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin yakın gelecekte sivilleşmesinin zor olmasının temel nedeni de budur. Hem iktidar hem de muhalefet için Türk Silahlı Kuvvetleri hâlâ mücadelenin merkezindeki güç unsuru olmaya devam etmektedir. Taraflar, TSK üzerindeki kontrolün kaybedilmesinin kendi mücadelelerinin sona ereceği anlamına geleceğine inanmaktadır.

Sonuç olarak, teğmenlerin yemin krizinin yarattığı fırtınanın arkasında yatan esas nedenin, bu derin yapısal mesele olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de iktidar ve muhalefet, demokrasiyi değil, hâlâ askeri gücü merkeze alan bir siyaset anlayışını sürdürmektedir. Bu durum, ülkede demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan sivil bir düzenin inşasını daha da zorlaştırmaktadır.

 Kaynak:

 Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik; Ayşegül Altınay- Tanıl Bor