Bugün gelinen noktada, depremlerin hemen ardından ve Cumhuriyetin yüzüncü yılında yapılacak seçimlerin hemen öncesine, bir iktidar değişikliğinden ziyade daha temelden bir çözüme, yani yeni bir “Toplumsal Sözleşme” yapılmasına ihtiyaç var.
Bizim toplumumuzda devlet ve iktidar kavramları iç içe geçmiştir. Her seçilen iktidar kendisini devlet olarak görüp, iktidarı eleştiren vatandaşları devlet haini olarak görürken; vatandaşlar da iktidarları devletin ta kendisi kabul edip onlara ilahi payeler biçer ve kararlarını sorgulamazlar.
Bırakın iktidarları, devletler de, ne uğruna ölünecek oluşumlardır ve ne de insani değerlerin üzerinde kutsallık atfedilecek yapılardır. Devlet, sadece ve sadece insanların sahip oldukları haklarının bir kısmından “yasaların üstünlüğü” anlayışı ile vazgeçtikleri, hak ve yetkilerini yine kendilerinin seçtikleri iktidarlara devrettikleri uzlaşının bir tarafıdır, o kadar! İlahi bir varlık ya da yüce bir oluşum değildir! Hele hele insanların canından hiç ama hiç kıymetli değildir.
***
Üniversitede iken genel devlet teorisi dersi hocamız, devletlerin neden ve nasıl oluştuğunu anlatacağı derse şu ters soruyu sorarak başlamıştı:
“Devlet olmazsa ne olur?”
Sonrasında ise konu ile alakalı Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin bu soruya odaklandığı “Kurdun Günü (Le Temps Du Loup)” filminden bahsetmiş ve ben de ders sonrası yurda döndüğümde ilk iş olarak açıp o filmi izlemiştim.
Şimdi ben de devleti anlatmak için John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Thomas Hobbes, Tabiat Hali, Sosyal Sözleşme veya Leviathan’dan bahsetmek yerine Avusturyalı film yönetmeninin devlet, adalet ve güvenlik gibi temel kavramları sorguladığı filmiyle başlamak istedim.
Nedendir bilmiyorum ama ranzama uzanıp o filmi izlediğimde, henüz on yaşımdayken yakalandığım 1999 Gölcük depremi sonrasında çadırda kaldığımız günler aklıma gelmişti. Evimiz ağır bir hasar almamıştı ancak tedbir gereği biz de bütün sokak sakinleri gibi kendi imkânlarımızla tahta ve naylonlardan yaptığımız çadırlarda kalmıştık. Birkaç gün sonra evimizin hemen arka sokağında genç bir kadının gözetlendiğini söylemesi üzerine bir yaygara kopmuş ve herkeste bir gerginlik oluşmuştu. Sonrasında her gece bir veya birkaç kişi çadırların başında nöbet tutmaya başlamıştı. Evlerimizde değildik ve bizi güvende tutacak kilitli kapılarımız yoktu. İmece usulü herkes elinde ne varsa onu getiriyor ve yiyecek giyecek gibi temel ihtiyaçlar bu şekilde gideriliyordu. O günlerde hiç polis görmemiştim; çadır, yiyecek veya giyecek yardımı ile kendisini gösteren bir devlet de yoktu ve mahalleli bütün işini kendisi görmüştü. Belki de film sırf bu yüzden bana o günleri hatırlatmıştı!
Film, görülmez bir gelecekte bir afetin tam ortasında geçen hikâyeyi, kentten kaçarak köye giden bir ailenin evlerinin başkaları tarafından işgal edildiğini görmeleri ve aile reislerinin orada öldürülmesi ile başlayan yaşam mücadelesini anlatıyor. Filmdeki post-apokaliptik dünya ile asıl anlatılan şey ise, devlet otoritesinin ortadan kalkmasıyla anarşinin açığa çıkması, “homo homini lupus / insan insanın kurdudur” yorumu gereği güçlünün güçsüzü ezmesi, yasaların yaptırım gücünün ortadan kalkması, insanların kişilik ve inançlarının erimesi ve özetle toplumsal çöküşün nasıl gerçekleştiğinin gözler önüne serilmesiydi.
***
Yine bu son iki büyük deprem sonrasında yaşananlar da bana hem devletin hem de vatandaşın mevcut konumunu tekrar sorgulattı.
Gerçekleşeceği en az kaderde yazıldığı kadar bilim adımlarının da ağzında olan bu afetlerin getireceği yıkımı en aza indirmek için nelerin yapılabileceği belliydi. Ancak, öncesinde olduğu gibi maalesef devlet dediğimiz aygıt deprem sonrasında da işlevini yerine getiremedi.
Devlet veya devletleşmiş olan iktidar, ancak üçüncü günden itibaren olay yerine müdahil olabildi, elinin altındaki güçleri bölgeye sevk etmek için tek adamın işaretini bekledi, yardımlarda yetersiz kaldı, kurumlarını organize edemedi ve enkaz altında günlerce bekleyen insanların ihmalen ölümüne sebep oldu! Bırakın üstüne düşen görevi yerine getirmeyi, gerçekleri saklamakla, bir an evvel enkazı kaldırmakla, kendi siyasi geleceklerine kaygılanmakla, devletin itibarını (!) korumakla, acılı insanları tehdit etmekle meşgul oldu! Birçok insan, devletin yetersiz kalması sonrasında büyük bir amaçsızlığın, yoksunluğun ve çaresizliğin içinde bırakıldılar.
Suç sadece devletin miydi? Elbette ki hayır! Diğer yandan müteahhidiyle, ev sahibiyle ve sivil topluluklarıyla vatandaş olarak bizlerin de sorumlu olmadığımızı söyleyebilir miyiz? Binalar inşa edilirken malzemeden çalmadığımızı; depremden hemen sonra kira fiyatlarını artırmadığımızı; tehlikeli yapılarımızı imar barışı ucubesinden faydalandırmadığımızı; hasarlı binalarımıza sağlam raporu aldırmak için alelacele makyaj yapmadığımızı; rüşvet vermediğimizi; birçoğumuzun bölgeye geç gelen siyasilere hesap sormak yerine yalakalık yapmadığımızı; bazılarımızın ortalık mahşer yeriyken ilçemizin il yapılmasını talep etmemiz gibi hala fırsat peşinde koşmadığımızı; yardıma gelen yabancı ülke kurtarma ekiplerini ajanlıkla itham etmediğimizi; orada yardım için bulunan Kızılhaç gibi gayri Müslim oluşumları yok saymadığımızı; Sünni ve Müslüman Türkler olarak bölgede kuruyla yaşı birbirine katıp Kürt, Alevi veya Suriyeli komşularımızı o halde dahi dışlamadığımızı iddia edebilir miyiz?
***
Taraflarının haklarını ve görevlerini bilmediği hiçbir sözleşmenin geçerliliğini uzun süre sürdüremeyeceği gibi, devlet ve vatandaşı arasında sağlıklı bir sözleşmenin olmadığı toplumlar da varlıklarını uzun süre sürdüremezler.
Hâlbuki toplumsal sözleşmenin sağlıklı kurulduğu toplumlarda devlet, toplumun düzenini, can ve mal güvenliğini sağlamak, adaleti temin etmek, kamu hizmetlerini hızlı ve adil bir şekilde sunmak gibi görevleri olan bir kurumdur. Zaten bu nedenledir ki insanlar aslında kendilerinde olan bu hakları yine kendi elleriyle oluşturdukları devlet aygıtına devretmişlerdir.
Bu hizmetler hakkıyla yerine getirilmediği zaman da devletsizlik haline, yani Hobbes’in “Tabiat hali” olarak adlandırdığı statüye geri dönülür. İşte Üniversite’deki devlet teorisi hocamız da bu duruma işaret ederek soruyu tersten sormuştu:
“Devlet olmazsa ne olur?”
Devlet olmazsa, insanlar kendi başlarına organize olamazlar, bir arada yaşayamazlar, adaleti dağıtamazlar, güvenliği sağlayamazlar… Devlet olmazsa, o yerde insanlar ilk-el hakları olan yağmaya başlar, sonrasında hakkı olmayanlar da buna dahil olur, başkaları da ihkak-ı hak yaparak bu olaylara kendileri müdahale etmeye başlar, öldürmeye varan işkence ve eziyet olayları gerçekleşir, enkaz altından feryatlar yükselirken önce bankaların para kasaları kaldırılır, tehditler havada uçuşur, eşkıyalar yol keser, fırsatçılık ve çıkarcılık kol gezer…
Bu deprem ile, ağırlığını yıllarca üzerimizden atamayacağımız enkaz, ceset, beton, ihmal ve feryat fotoğrafları, yorgun zihin binamızın üzerine bir kaçak kat daha attı! Attı ve bununla yetinmeyerek bir de sahte medyanın insanüstü çabasına rağmen, öncelikli olarak çözmemiz gereken büyük bir problemin fotoğrafını daha çekti.
Deprem sonrası bu yaşananlarla, devlet ve vatandaşlar arasında akdedilen sözleşmenin kadük kaldığını ve artık değerini yitirdiğini apaçık gördük.
Meselenin toplumsal ahlak boyutunu konunun uzmanlarına teslim ederken son sözüm şudur:
Türkiye’de hükümeti devlet, devleti babasının malı, vatandaşı da kulları zannedenlerin iktidarı sona erdiğinde atılacak ilk adım devlet ve vatandaşın yeniden tanımlandığı, sınırları net olarak çizilmiş sağlıklı ve modern yeni bir “Toplumsal Sözleşme” yapmaktır!