Beraberimizdekiler

Bazıları, yakınındakilere gizlice kin, nefret ve haset duyguları besler ve o kişilerin başına bir musibet geldiğinde de üzülüyormuş gibi yapıp sevinirler.

Birçok muhalif siyasetçi ve düşünür, açıkça dile getirmeseler de hükümetin “virüs” karşısında zor durumda kalacağını düşündüler ve gerek sağlık alt yapısı yetersizliğine gerekse vatandaşın “Allah’ın verdiği canı Allah alır” bakış açısına dayanarak içten içe sevinç duyguları yaşadılar. Bunun için de kimi yerel yönetimler ve sosyal medya aracılığı ile iktidar tarafından vaka ve ölü sayılarıyla ilgili gerçeğe aykırı bilgiler verildiği yönünde duyurular yaptılar.

İktidar her ne kadar virüse yakalanan ve ölen kişi sayılarında manipüle edilmiş bilgilerle açıklamalar yapsa da ne hastaneler tahmin edildiği kadar doldu taştı ne de yaşadığımız mahallelerde her gün bir ambulans birilerini alıp götürdü. Ne de vakaların yaşandığı yerler karantina altına alındı ve o beklenilen facia, beklenildiği gibi gerçekleşmedi.

Hükümetin pandemi sürecini yönetme işinin üstesinden geldiğini söylemek tartışmaya açık bir konudur. Tartışmaya açık olmayan konu ise halkın başarıdaki payıdır. Kahramanlıkla mı? Bilakis korkaklıkla başarıya ulaşılmıştır.

Evet, korkaklık görünürde birtakım belaların üstesinden gelmeye yarayan, insanı güven çemberi içerisinde tutan bir duygudur. Ve bizi Avrupa ülkeleri ve ABD’den ayıran özellik de zannediyorum budur.

Salgının yaygınlaştığı ilk dönemde herkese bulaşacağı ve böylelikle bağışıklık kazanılacağı tezini savunan İngiltere hariç tüm ülkeler salgından korunmanın en önemli kuralının sosyal mesafe olduğunu belirlediler.

Salgının Avrupa ülkeleri arasında ilk İtalya’da yayılması ve kontrolden çıkmasının nedeni için ise İtalyan halkının çok sosyal ve birbirlerine bağlı bir halk olduğu görüşü üzerinde duruldu.  Yaşananlar Türkiye açısından da kaçınılmaz bir son olarak görüldü.

Niye?

Çünkü biz de birbirimize bağlı, yardım sever ve sosyal bir milletiz ya!

Ama hiç de öyle değilmişiz!

Bu süreçte anladık ki biz ilk önce kendimizi düşünürmüşüz. “Ben tok olduktan sonra başkası aç olmuş-olmamış bana ne” bencilliğine sözde karşı çıkarmış gibi yapıyor ancak yaşantımızın temelini bu bencil düşünceyle dolduruyormuşuz.

Salgının en yoğun olduğu ülkelerden birisi olan ABD’nin Minneapolis şehrinde, George Floyd isimli siyah tenli şahıs, sahte 20 dolarla sigara satın aldığı suçlamasıyla dört polis memuru tarafından öldürüldü.

İnsanlar, yakınları olmayan bu siyah tenli adama yapılan adaletsizlik karşısında sesiz kalmadı.  Salgının zirvede olduğu bir dönemde bile yapılanları protesto etmek için bir araya geldiler. Sanki kendi aile fertlerinden birisi haksız yere öldürülmüşçesine sokaklara akın ederek salgından korunmanın en önemli kuralı olan “mesafeyi” hiçe sayıp, kendilerini adeta ölümün ortasına attılar.

Aynı dönemde insanların sokaklara akın etmesi sadece ABD ile de sınırlı kalmadı. Her gün yüzlerce kişinin salgın nedeni ile öldüğü Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya, İtalya, Belçika gibi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de, sanki bu olay kendi ülkelerinde yaşanmış gibi inanılmaz bir refleksle ve sosyal mesafeyi hiçe sayarak sokaklarda eylem yaptılar. Konu: Irkçılık ve adaletsizlik.

Protestocular, sık sık  “Adalet yoksa barış yok”, “Hepimiz birlikte yapabiliriz”, “Irkçılığa hayır”, “Siyah-beyaz ayrımı yok, hepimiz insanız”, “Adalet istiyoruz ama şimdi” ve “Floyd ölmedi, aramızda” şeklinde sloganlar attılar.

Dünyanın bir ucunda gerçekleşen bu ırkçılık ve adaletsizlik olayı karşısında gösterilen duruş, dünyanın öbür ucundaki insanların ve yöneticilerin hayata bakıştaki inceliklerinin açık bir göstergesidir. İşte halkın kendi kendini yönetmesi adaletsizlik karşısında gösterilen bu reflekslerdir.

Dolaylı ya da dolaysız olarak Floyd’un ölümüne neden olan dört polis memuru, turuncu renkli tulumlar giydirilerek tutuklansalar da protestocular adaletin yetersiz olduğu kanaatindelerdi. Çünkü gerçek adalet sisteminde bu polis memurlarının Floyd’un canına kast etmemeleri gerekiyordu. Tepki gösteren insanlar; “Tamam, polisler bu suçu işlediler, ama cezalarını da buldular” demediler. “Öyle bir şey olmalı ki bir daha böyle bir olay cereyan etmesin” dediler ve yaşananları adeta ölümüne protesto ettiler.

Floyd’un ölümünün kimi ülkelerde ana gündem maddesi olduğu dönemde biz, hiçbir duyarlılık belirtisi göstermeden sessizce olan biteni izledik. Beraberimizdekiler, dünyanın değişik ülkelerinde bu şekilde gösteri yapan insanları eleştirdiler. Ve biz bu toplum içerisinde onlarla birlikte yaşadık.

Beraberimizdekiler, en ufak bir “Türkçülük” kıvılcımına körükle giderken; Uygur Türklerine yapılan işkenceleri, Çin’den borç para alabilmek adına görmezden gelen iktidarı ve sözde milliyetçi ortağını alkışlamaya devam ettiler.

Beraberimizdekiler, üzerine örtü çekilerek saraya akıtılan paraların hesabını sormaktan korktular.

Beraberimizdekiler, tek bir yüzükle yola çıkanların nasıl gemi filosu sahibi olduklarını görmezden geldiler.

Beraberimizdekiler, komutla çalışan hâkimlerin yaptığı işe bağımsız yargı dediler/diyorlar.

Beraberimizdekiler, dizilerdeki ayrılıklara ve ölümlere gözyaşı dökerken, suçsuz yere hapishanelere giren annelerin, bebeklerini orada doğurmasına ve çocuklarını orada büyütmesine, işkencelere, hastalıklara, ölümlere sesiz kaldılar/kalıyorlar.

Beraberimizdekiler, kendi paraları ile Times meydanında reklamı yapılan kitabın hesabını soramadılar.

Beraberimizdekiler, aslında her şeyi yani neyin ne olduğunu çok iyi biliyor, ama korkaklıkları sessiz kalmalarına neden oluyor. Acaba başka ülkelerdeki insanların gösterdikleri refleksi beraberimizdekilerin de göstermesi için bir takım diyetler mi ödememiz gerekiyor?

Az bir kötülükten sakınmak için bin iyiliği terk etmek, gerçeğe ve adalete aykırıdır. Düşünme yetisine sahip olan beraberimizdekiler, az da olsa, hatta sırf kendi çıkarları için bile olsa bu becerilerini kullansalar, yapılanların yanlış olduğunu anlayıp birilerine ya da bir şeylere “Dur” diyeceklerdir.

Kimler mi?

Tabii ki, beraberimizdekiler.