Oylar giderek düşüyor, halkın güveni her geçen gün azalıyordu. Sonraki seçimlerde yeniden iktidar olması bir yana partinin umut vadeden oy alması bile mucizeydi. Bir çözüm bulunmalı ve kaybedilen oylar geri kazanılmalıydı. Mümkünse oylar artırılırken ayrıca mağdur da olunmalıydı. Çünkü herkes mağduru sever ve yanında olmak isterdi. En azından mağdura karşı olmayı kimse istemezdi.
Çözüm o kadar radikal ve abartılı olmalıydı ki vatandaşlar ve muhalefet de dahil kimse seçim kazanılması için bu kadar ileri gidilebileceğine ihtimal vermemeliydi. Halk hükümetin yanında kararlı bir şekilde durmalı, suçlu olarak gösterdiği kişilere kin duymalı, merhametsizce saldırmalıydı.
O çözüm bulundu ve tam da planlandığı gibi sonuçlar doğurdu… Seçime giden süreçte “Milletin Meclisine” saldırıldı, demokrasiye müdahale edilmek istendi.
Bu olay neticesinde Cumhurbaşkanının verdiği yetkiyle rejim fiili olarak değiştirildi ve diktatoryal sistemin temelleri atılmış oldu.
Yeniden ve daha güçlü iktidara gelen parti artık önünde durulamaz bir konuma kavuştu.
Demokrasi yolunda saldırıya uğramış ve mağdur olmuşlardı.
Sonrasında kendilerine muhalif kim varsa düşman ilan edildi. Kimileri hapse atıldı, kimilerine işkence yapıldı, kimileri aç ve işsiz bırakıldı, kimileri ise öldürüldü…
Halk gerçekleri çok sonra gördü, idrak etti. Hala anlamayan ya da kabul etmeyen çok kişi olsa da zaten iş işten çoktan geçmişti…
Bahsi geçen olayı ve partiyi hepiniz tahmin etmişsinizdir.
Evet tahmin ettiğiniz gibi… 27 Şubat 1933 tarihinde Berlin’de bulunan Reichstag adlı Almanya Meclis binasının yakılması ve sonrasında önü alınamayan Hitler dönemi…
Yoksa sizin aklınıza başka olay ve kişiler mi gelmişti?
Eğer cevabınız “evet” ise tarihten ders alınmamış ve bu nedenle tarih tekerrür etmiş demektir.
“Halkı demokrasi ve adalet diyerek yola çıkar, sonrasında istediğin yere götürürsün…”
Bu sözün sahibini bilmiyor olabilirsiniz. İnternetten kısa bir sorgu ile rahatlıkla öğrenebilirsiniz. Asıl önemli olan bu sözü söyleyene arka planda söyleten ve uygulatandır.
Güçlü liderlerin olmazsa olmaz özellikleri vardır. Zekâ ve kapsamlı düşünebilme bunlar arasında değildir. Özellikle günümüzde karizmatik, hitabet yeteneği olan, acımasız ve çevresindeki zeki insanları etkin kullanabilen kişiler güçlü bir lider olabiliyor. Bir de bu liderlerin arkasında onları yöneten ve genelde sorumluluk üstlenmeyen zeki ama karanlık kişiler vardır. Bu bazen etkili bir yapı olur bazen bir kurum bazen de sadece birkaç kişi.
Adolf Hitler’in arkasında kendisi kadar zeki ve yaptığı işi kusursuz ve acımasızca yapan, kendisi kadar iyi hitabeti olan, kendisine sarsılmaz bir sadakatle bağlı yol arkadaşı vardı: Joseph Goebbels.
Hitler’in Propaganda ve Ulusal Aydınlanmadan Sorumlu Bakanı olan Goebbels, İkinci Dünya Savaşı döneminde ve öncesinde işini öylesine başarılı yapmıştır ki; milyonlarca Alman vatandaşını gözünü kırpmadan ölüme gidecek, binlercesini işkence ve soykırım suçunu işleyecek hale getirmiştir. Savaştan yıllar sonra bile üniversitelerde ders konusu olacak kadar etkin ve güçlü propaganda yöntemleri kullanmış, hatta Hitler sonrası dönemin diktatörlerine de yol gösterici olmuştur.
Türkiye’ye karşı kıskançlığının(!) zirvesinde olan Almanya’da, günümüzden yaklaşık 90 yıl önce yaşanan olayların ülkemizde bugün yaşananlarla benzer olduğunu düşünüyorsanız sizlere şaşırtıcı birkaç örnek daha sunayım. İşte Goebbels’in o dönemde uyguladığı propaganda yöntemlerinden bazıları:
- “Propaganda esnasında yalan söyleyin, inananlar olacaktır. Şayet başarısız olduysanız yalana devam edin.”
- “Propagandada kullanılan yalanlar ne kadar büyük olursa insanların onlara inanması kolaylaşır, yalanın etkisi artar.”
- “İnsan beyninin tembelliğini unutmayın ve ona göre hareket edin. Tembel zihin propagandayı daha kolay sindirir.”
- “Düşmanınıza odaklanmaktan geri durmayın, ortadaki sorunların tümünü tek bir odağa yönlendirin.”
- “Hukuk ve yargı sisteminin devletin efendisi olmasına izin vermeyin.”
- “Aydınları hedef almayın, propagandanın hedefi her zaman kalabalık toplum kitleleri olmalıdır.”
Yoksa bu yöntemler de mi çok tanıdık geldi?
15 Temmuz Demokrasi Bayramı…
Yan yana geldiğinde çok anlamlı görünüyor olabilir. Fakat kelimeleri tek tek değerlendirdiğimde bana günümüz Türkiye’si için içi boş, gösterişli balonlar olarak görünüyor. Yani, ülkemizde var gibi görünen, var olduğu iddia edilen ama olmadığı neredeyse herkes tarafından bilinen içi boşaltılmış kelimeler ve kavramlar.
15 Temmuz: Türk siyasi tarihinin şahsi kanaatimce en büyük aldatma manevralarından. Bir siyasetçinin başına gelebilecek en büyük felaketi açıklarken “Allah’ın Lütfu” olarak nitelendirdiği bir durum.
Öyle bir darbe girişimi düşünün ki darbeyi yapacak kişilerin bilgisi yok, fakat girişime karşı koyacak vatandaştan, basında yer alacak haberlere, sela okuyacak imamlardan, darbe teşebbüsü suçuyla gözaltına alınacaklar listesine kadar her şey hazır.
Darbeyi önceden bilmesi ve engellemesi gereken kurumların başındaki bürokratlar birbirinden habersiz olsun, görevini yerine getiremesinler fakat buna rağmen meclis soruşturması yapılırken kimseye hesap vermesinler. Şarjörü dahi olmayan silahlarıyla askeri öğrenciler kurbanlıklar gibi saldırgan halkın önüne atılsın, acımasızca parçalanarak öldürülsün. Sayıları bini bulmayan ve darbeye katılmakla suçlanan kişilerin yanında, hâkim, savcı, polis, öğretmen, esnaf ve ev hanımlarının dahil olduğu on binlerce kişi yargılansın, işkence görsün, hapse atılsın.
Demokrasi: Kelime anlamı olarak hemen herkesin bildiği, ama kısa bir dönem hariç Türkiye’de neredeyse hiç yaşanılmayan bir yönetim sistemi.Dışarıdan baktığınız zaman seçimler yapılıyor, partiler kuruluyor, halk oy kullanıyor, ama özele indiğiniz zaman hepsi sadece göstermelik ve üstünkörü. Seçim yapılıyor ama sonuçları şaibeli, oy kullanılıyor ama kullanılmamış oylar da iktidara yazılıyor, partiler kuruluyor ama liderleri hapiste veya suikaste uğruyor. Neticede, sabah iktidarı eleştirenin akşam evinde uyuyamadığı, iktidar yanlılarının hiçbir suçunun ceza almadığı bir yönetim olarak zirve yapmış durumda.
Bayram: Eski anlamını ve önemini yitirmiş değerlerimizden. Bu satırları yazarken birçok tanıdığımın ne zaman gelip ne zaman bittiğini anlayamadığı, eski tadının ve güzelliklerinin olmadığı serzenişinde bulunduğu bayramlardan birini bitirmek üzereyiz. Bayramlar; çalışanların yıllık izinleri haricinde ek izin yapabildiği, Allah’ın emri olduğundan ziyade daha ucuza et yemek için kurban kesildiği, akraba ziyaretleri yerine tatil bölgelerine gidildiği duygu ve anlam barındırmayan günlere dönüştü maalesef.
15 Temmuz, gerçekti veya değildi! Bana kalırsa bunun halk için hiçbir önemi yok. Halk için önemli olan şuydu: Seküler ve kendini Atatürkçü olarak tanımlayan sol kesim, Türkiye için irticai tehdit olarak gördüğü bir yapıdan kurtulmuş oldu. AKP ve muhafazakâr taban için ise partilerine ve liderlerine düşmanlık eden fakat bir türlü bağlarını koparmaya cesaret edemedikleri Cemaat böylece bertaraf edilmiş oldu. Hedefe ulaşıldıktan sonra da kimse arkasını araştırmaya ihtiyaç duymadı, cevabın bildiklerinin tersi çıkabileceği soruları sormaya tenezzül etmedi. Bizzat yaşadığım bir örnekle yazıma son vermek istiyorum:
15 Temmuz’dan sonra ihraç olmuştum ve ailemin yanında hamallık yaparak geçimimi sürdürüyordum. Bu süreç esnasında ihraç edilmiş bir asker olduğunuz için, kabul etseniz de etmeseniz de bu yafta üzerinize yapıştırılıyor ve en yakınlarınız bile “FETÖ’cü” yakıştırması ve ön kabulü ile sizinle iletişim kuruyor ya da kurmuyor. İnsanlara bizzat yaşadığınız/şahit olduğunuz bir vakayı anlatsanız da onlar sadece liderlerinin sözlerine inanıyor ve sizleri olayın aslını bilmemekle itham ediyor. İster istemez kendinizi birçok tartışmanın içinde buluyorsunuz.
Ben mesleki tecrübelerimle ve yaşadığım olaylarla 15 Temmuz’un karanlık taraflarını açıklamaya çalışırken ısrarla “Ama 251 kişi şehit oldu o gece” deniliyordu. İşte böyle bir tartışma esnasında yakınlarımdan birisine şu soruyu sordum: “Peki bir gün Erdoğan dese ki: ‘Evet 15 Temmuz’u biz planladık ve uyguladık. Cemaat çok güçlüydü ve devlet için tehdit oluşturuyordu. Normal yollarla davalar yürümüyor, biz de bu kişileri meslekten atamıyor, hapse koyup toplumdan temizleyemiyorduk. 15 Temmuz’da 251 vatandaşımızı da bilerek öldürmek zorunda kaldık ama bu sayede birçok insanımızı kurtardık’. Böyle bir durumda tepkin ne olur?”
Ve aldığım şu cevap karşısında bir daha tartışmamaya karar verdim: “Eğer devletin bekası için yapılması gerekiyorsa tabii ki desteklerim!”