Kayıp silahlar meselesi, Sedat Peker’in iddialarıyla birlikte kamuoyunda tekrar tartışılmaya başlandı. Öyle ki, 15 Temmuz öncesi ve sonrası şeklinde alt başlıklar dahi açıldı.
Konuyu 2018 yılında Meclis gündemine taşıyan dönemin CHP Milletvekili Mehmet Tüm, 2014 yılında kayıp veya çalıntı silah sayısı 14 bin 600 iken, bu sayının 2017 yılı İdare Faaliyet Raporunda 106 bin 740 olarak kaydedildiğini ortaya koymuştu.
2019 yılında CHP Milletvekili Gamze Tasçıer’in İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yönelik soru önergesiyle konu tekrar gündeme gelmiş ve kayıp-çalıntı silah meselesine resmi bir ağızdan yanıt aranmaya çalışılmıştı. Bakanlık, soru önergesinin sunulmasından tam 14 ay sonra şu cevabı verdi: “Kayıp ve çalıntı silahı elinde bulunduran kişilerin 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun ve 91/1779 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Yönetmelik hükümleri gereği yasal yollarla mermi temin etmeleri mümkün değildir. Ayrıca; bahse sonu silahlar, Kaçakçılık İstihbarat Harekât ve Bilgi Toplama (KİHBİ) Dairesi Başkanlığının uhdesinde bulunan ‘Kayıp Eşya ve Belge’ projesine işlenerek ülke genelinde aranmaktadır” Bu cevabın konuyu geçiştirmek için hazırlandığı açıktı. Soylu aslında mealen “Birileri kayıp silahları ellerinde bulunduranlara mühimmat dağıtmadığı sürece herhangi bir tehlike mevzubahis değildir” demeye getiriyordu ve kamuoyunu daha da derin bir endişeye sevk ediyordu.
İçişleri Bakanlığı İdare Faaliyet Rapor Kayıtlarına göre son 70 yılda (1944 – 2014 arasında) ülke genelinde kayıp silah sayısı 14 bin 600 iken, ne olmuştu da 2014-2017 yılları arasında bu sayı toplamda 106 bin 740’a ulaşmıştı? Neden ve hangi maksatla bir anda onbinlerce silah ve mühimmat esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştu? Bu miktarda kayıt dışı silah ve mühimmatı kim ne için kullanmak istemiş olabilirdi? Bu sorulara yanıt bulabilmek için kısaca o dönemin Türkiye’sine bakmak ve o günlerde yaşanan gelişmeleri bir kere daha hatırlamakta yarar var.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2002 yılından beri ilk defa 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu elde edememiş, HDP ise %13,1 ile tarihinin en yüksek oy oranına ulaşarak 80 milletvekili çıkarmıştı. Hemen ardından Temmuz 2015’te Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatını tanımadığını ifade ederek “Çözüm Sürecini” bitirdiğini ilan etmişti. Akabinde 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta IŞİD tarafından düzenlenen canlı bomba saldırısında 33 kişi yaşamını yitirmiş ve sonrasında 22 Temmuzda Ceylanpınar’da iki polis memurunun, evlerinde başlarından vurularak şehit edilmesiyle, Türkiye bir anda kendini birilerinin kasıtlı ve planlı olarak tırmandırdığı anlaşılan bir kaosun içinde bulmuştu. Ağustos 2015’te PKK, dört il ve on beş ilçede“Öz Yönetim” ilan ettiğini açıklamış ve tansiyonu daha da tırmandırmıştı. Tam da o günlerde, sonradan “Hendek Operasyonları” olarak da anılacak olan ve Mart 2016 ya kadar devam eden operasyonlar başlatılmıştı. 10 Ekim 2015 tarihinde ise Ankara Garı’nda düzenlenen Barış Mitingi Cumhuriyet tarihinin en kanlı terör saldırısına sahne olmuş ve 102 kişi, IŞİD tarafından üstlenilen bu saldırıda hayatını kaybetmişti.
Özetle AKP ve Erdoğan, 7 Haziran 2015’de seçimleri kaybedince, ülkenin rotasını “hukuk dışı şiddet politikalarına” çevirmiş ve iktidar koltuğunu korumak için binlerce insanın hayatını kaybetmesine doğrudan ya da dolaylı olarak sebep olmuşlardı.
1 Kasım 2015’de seçmen, adeta rahat bir nefes alabilmek için zoraki olarak AKP’yi tekrar tek başına iktidara getirse de artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Terör saldırıları 2016 yılında da hız kesmeden devam etti ve büyük şehirler de dâhil olmak üzere halk, ihtiyaçlar hiyerarşisindeki “güvenlik beklentisini” en ön sıraya koydu. Ekonomi, hukuk ve bireysel özgürlükler noktasında ülke her geçen gün daha da kötüye giderken halkın güvenlik dışındaki konulara odaklanamaması en çok da Erdoğan’ın işine geldi ve 1 Kasım’da meyvelerini yediği bu yönteme, sonraki dönemde politik hedeflerine ulaşmak için de tekrar tekrar başvurdu.
Erdoğan’ın bu maksadına uygun olarak teşkilatlanan “Savunma Danışmanlık Şirketi” SADAT ve Osmanlı Ocakları gibi oluşumlar iktidar desteğini da arkalarına alarak palazlanmaya başladılar. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2018 yılında gündeme getirdiği SADAT’a ait silahlı eğitim kamplarına ilişkin o dönem şu açıklamayı yapmıştı: “Son dönemde üniformalar ve uzun namlulu silahlarla bazı kişiler ortalıkta dolaşıyor. Bunlarla ilgili çok önemli iddialar var. Örneğin Tokat ve Konya’da silahlı eğitim kampları bulunduğunu duyuyoruz, bu iddialar söyleniyor. Araştırılırsın ve bize bilgi verilsin. Bunların seçim döneminde rol alacakları, istenmeyen bir sonuç çıkması halinde karışıklık yaratacakları yolunda yoğun söylentiler var. Bunlardan birisi de SADAT diye bir yapı. İnanın SADAT da diğer yapılar da benim için toz zerresidir. Bu malum yapılar insanları çatışmaların içerisine sürükleyecekler. Şimdiden uyarıyorum ve önlem alınmasını istiyorum.”
Bugüne kadar söz konusu iddialara ilişkin herhangi bir soruşturma açılmadığı gibi SADAT hakkında geçtiğimiz 9 yılda meclise verilen soru önergeleri de hükümet tarafından yanıtsız bırakıldı.
İşte tam da bu dönemde on binlerce silah ortadan kayboldu. Fakat Bakan Soylu, bu durumu çok da önemsemiyor ve birileri mühimmat temin etmediği sürece herhangi bir tehlikenin söz konusu olmayacağını açıklıyordu. Peki ya o birileri mevzubahis kayıp silahlara mühimmat temin edip, SADAT eliyle eğitilen insanları silahlandırarak sokaklara gönderirse ne olurdu?
Bu sorunun cevabına ilişkin bir fikir edinebilmek için 15 Temmuz’da Şehit edilen vatandaşlarımızın Otopsi, Ölü Muayene ve Balistik Raporlarına bir göz atmakta fayda var. Örneğin o gece Ankara’da Beştepe Jandarma Genel Komutanlığı yerleşkesi civarında Şehit edilen Rüstem Perçin’e ilişkin raporlar incelendiğinde maktulün yaralanmasına ve sonrasında ölümüne sebep olan silahın 5.56 mm çaplı o dönem TSK ve Emniyet Genel Müdürlüğü envanterinde bulunan bir silah (Colt, M-16, HK-33) olduğu anlaşılıyor. Zira o dönemde Jandarma Genel Komutanlığı Karargahında 5.56 mm lik bir silah envanterde bulunmuyordu. Kaldı ki Ankara Kriminal Polis Laboratuvarı tarafından Şehit Rüstem Perçin’in vücudundan çıkarılan mermi çekirdeği ile Jandarma Karargahında ele geçirilen silahlar mukayese edilmiş ve söz konusu atışların bahse konu Karargahta ele geçirilen silahlardan yapılmadığı tespit edilmişti. Daha da vahimi ise Rüstem Perçin’i şehit eden silaha ilişkin henüz tespit edilebilmiş somut bir verinin mahkeme kayıtlarına yansımamış olmasıdır.
Acaba bu silah da sonrasında “kaybolan” ve envanterden düşürülen diğer onbinlerce silahtan biri midir? 15 Temmuz gecesi kimler kayıt dışı silahlarla kaç vatandaşımızın canına kıymış ve Erdoğan’a Başkanlık yolunda “Bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur” deme keyfini yaşatmıştır?…