Jadotville Kuşatması isimli bir film var. 1960’larda Afrika’da yaşanan gerçek olayları konu alan filmde daha önce hiç savaş görmemiş İrlandalı Birleşmiş Milletler askerleri, Kongo’nun “Jadotville” kasabasını korumak için gönderiliyor. Fakat siyasi hatalar ve gizli kapılar arkasında imzalanan anlaşmalar nedeniyle İrlanda askerleri kendilerini koca bir savaşın ortasında buluyorlar. Kendilerini gözden çıkaran karargâha ve politikacılara inat 150 asker kat kat üstün olan ayrılıkçı yerel güçlere karşı günlerce direniyorlar.
Aslında olacakları önceden gören ve üstlerini uyaran bölük komutanı, sözünü dinletemiyor. Hatta ilk başlarda inanmak istemediği politikacıların ve karargâhın, askerin hayatını umursamadıkları gerçeğini acı bir şekilde öğreniyor. Bölgedeki maden şirketlerine hizmet eden Fransız paralı askerlerinin komutanı ile başrol karakteri İrlandalı bölük komutanı arasında şu diyalog geçer:
Fransız subay: Birliğinin konuşlandığı bölge çok kötü. Asker sayın az. Bir plan yaptın mı?
İrlandalı subay: Benim işim plan yapmak. Ancak ilk mermi patladığında, planlar ortadan kalkar, muharebe sahasının gerçekleri ile tanışırsın!
Kamuoyunun “Hendek Operasyonları” olarak bildiği “2015-2016 Şehir Operasyonları” Diyarbakır, Nusaybin, Şırnak, Cizre merkezleri başta olmak üzere birçok yerleşim merkezinde PKK ve PKK’ya bağlı şehir yapılanması YPS’ye karşı icra edildi. Bu operasyonlara katılan subaylar da bir nevi filmdeki İrlandalı subayın yaşadığı paradoksu yaşadılar. Mevcut imkân ve kabiliyetler nispetinde planlar yaptılar ama muharebe sahasının gerçekleri farklıydı.
*****
Evet, ilk mermi patladığında kendini bir zamanlar Kürt çocuklarının özgürce oynadığı daracık sokaklarda bulursun.
Bazen zırhlı bir araç içinde maruz kaldığın keskin nişancı atışlarına doğru güvenle ilerlediğini düşünürken, aslında birileri seni önceden yerleştirilmiş patlayıcıya doğru çeker ve seni koruyan zırhlıların arasında ezilirsin.
Bazen bir binanın içinde sıkışan PKK militanlarını kıskıvrak yakaladığını düşünürken yan binada mevzilenmiş başka bir militan tarafından vurulan askerinin, o evdeki bir çocuk odasında dakikalar içinde hayatını kaybettiğine şahit olursun.
Sokak ortasında vurulmuş Taybet Anayı görürsün, kendi annen aklına gelir. Emir verirsin “naaşı kaldırın” dersin, ama atış gelir, naaşa ulaşamazsın. Bir defa daha lanet edersin hayata, düzene, ama elinden bir şey gelmez.
Sonra Taybet Ana ve Cizre’de sıkışan siviller için barış gönüllüsü bir avuç insanın Cudi Dağını aşarak Cizre’ye doğru yola çıktıklarını duyarsın. Bu heyet Cudi Dağı’nda bir ceset bulur. İşkence yapılmış ve kafasına sıkılmış genç bir uzman çavuş bedeni. Aralarında konuşurlar tanıyan bilen çıkmaz, atletinden asker olabileceği sonucuna varırlar.
Taybet Ana’nın bedeni için yola çıkanlar başka bir bedeni orada bırakıp yollarına devam ederler. Antepli Uzman Çavuş Ferdi Polat bir sonbahar sabahı Açık Öğretim sınavına girmek için karakolundan çıkmış ve Şırnak şehir merkezinde kaçırılmış, günlerce bodrumlarda tutulmuştu. Taybet ana, Silopi’nin soğuk kaldırımlarında yatarken Cudi Dağında soğuk bir kaya dibinde Ferdi Uzman da benzer bir kaderi yaşamıştı.
*****
Bir subay gözünden şehir operasyonlarını değerlendirmek için bilgisayarın başına oturdum. Yazı için kafamdaki giriş çok farklıydı, ama kendimi birden çatışmaların ortasında ve ölümleri anlatırken buldum. Öyle ya, ölümleri anlatmanın dışında yapılacak yorumların ne kadar anlamı olabilir ki? İnsan hayatına istatistik verisi olarak bakan değerlendirmelerin, analizlerin sonucu değil mi bunca acı, bunca keder!
Şehir operasyonlarını sağlıklı bir şekilde sorgulamak istiyorsak “Açılım Süreci” olarak bilinen dönemi başından itibaren ele almamız gerekir. Ancak bu ayrı bir yazı konusu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki askerlerin birçoğu tıpkı birçok vatandaş gibi açılım sürecinin başında umutluydu. Belki de ülkenin kanayan yarasına bir çözüm bulunacaktı.
Ben de bu umudu taşıyordum. Ne yazık ki kısa bir süre sonra yapılan girişimlerin bir diyalogdan çok iki ayrı monolog olduğu ortaya çıktı. Tarafların çözüm gibi bir dertlerinin olmadığını, gizli gündemlerine göre hareket ettiklerini bölgede çalışan bizler gördük.
Açılım süreci, AKP’nin oy ütme oyununa verdiği isimden başka bir anlam ifade etmiyordu. İktidar samimi değildi. Karşı taraf bunu görüyor ve doğal olarak kendi stratejisini uyguluyordu. Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmeler için cephe sayısını azaltmaya ihtiyaç duyan PKK’ya aradığı fırsatı AKP altın tepside sunmuştu. Sonunda açılım süreci bitti. Sonrası malum. Kocaman bir sorun yumağını askerin ve bölgedeki vatandaşın kucağına bıraktılar.
Aslında burada bile kirli elleriyle mevcut operasyonlara müdahale ettiler.
Bir örnek: Operasyonlar öncesi toplantı için bölgeye gelen dönemin Emniyet TEM Daire Başkanı Turgut Aslan’ın devlet adamına yakışmayan bir üslupla Şırnak Tümen komutanı Abdullah Baysal Paşa’nın makul ve yerinde bir sorusuna cevaben; “Biz buraya karşılıklı fikir alışverişi için gelmedik, Ankara planını yaptı sizin göreviniz icra etmek” dediği gün asker için seçenek kalmamıştı.
Tabii ki Ankara’da dönen filmleri, yapılan planları bizim gibi sahadaki subay ve astsubayların bilmesi imkânsızdı. Ancak dünyanın en zor operasyonları şehir merkezlerinde icra edilir. TSK komando birlikleri kırsal bölgelerde harekât için eğitim alırlar. On yılların tecrübesi bu alanda birikmiştir. Şehir operasyonlarında kullanılacak teçhizatlar bile farklı olmalıdır. Ama Ankara, planını yapmıştı bir kere! Zaten operasyonların yapılacağı şehirlere gelen birlik komutanları, karşılaştıkları manzara karşısında kısa bir şok yaşadıktan sonra verilen görevi nasıl icra edeceklerini ve personelini nasıl sağ salim evlerine göndereceklerini düşünüyordu.
O dönem anlam veremediğim başka bir konu da Emniyetin istihbarat desteğini minimum seviyede tutmasıdır. Şehir operasyonları karma birliklerle icra edildi. Bunun anlamı, operasyon yapılan şehirleri bilmeyen binlerce personel demektir. Bir şehri en iyi bilen o ilin güvenliğinden sorumlu emniyet personelidir ve onların paylaşacağı bilgiler çok değerlidir. Ama gelin görün ki AKP’nin siyasal kaygılarla dizayn ettiği emniyet istihbarat teşkilatı, operasyon sürecinde suskunları oynadı ve bilgi akışını kesti.
O dönem birliklere gönderilen ve “Duyum” olarak isimlendirilen istihbarat raporlarının sayısına bakıldığında Emniyet istihbarat raporlarının bıçak gibi kesildiği görülecektir. Peki, amaç neydi? Daha fazla ölüm mü? Hangi taraftan olduğu fark etmez, daha fazla ölüm gerçekleşsin düşüncesi mi? Örnekler çoğaltılabilir.
Diğer taraftan o dönemde yaşananların daha iyi anlaşılması açısından Selahattin Demirtaş’ın mahkeme savunmasındaki şu sözlerini buraya not etmekte yarar var:
“7 Haziran seçimlerinden yeni çıkmıştık. Hükümet kurulamamış, erken secim hazırlıkları yapılıyordu. Çözüm süreci fiilen sona ermişti, ancak yeniden canlandırılabilir umutları vardı. Biz de parti olarak bunu tartışıyorduk. Hendek ve barikat kazıldı haberleri çıktı. Bunun Cizre ve Lice’dekini aşan, ondan daha yaygın olduğu bilgisini altık. Şunu samimiyetle söylemeliyim; parti içerisinde herkesle sıcak ilişkiler kurabilen, halkla ilişkileri güçlü bir siyasetçi olduğumu düşünüyordum. Bu konuda yanıldığımı itiraf ediyorum. İlk haberler geldiğinde, bu kadar yaygın olduğunu bilmiyordum. Böyle olduğunu bilmiyordum ve tahmin de edemedim. Bunu partililerime bir öz eleştiri olarak söylüyorum”
Vurgulamak istediğim şu: Yaşananları açıklamaya çalışan Kürt aydınlarının ve siyasetçilerinin bir kısmında düz bir mantık var. “Asker şehirleri yıktı geçti.” Oysaki bir dönem sorgulanacaksa, o dönemin bütün açılardan ele alınması gerekir. Demirtaş’ın açıklamalarının bu bakımdan da önemli olduğunu düşünüyorum. Kayıkçı kavgası yöntemiyle bir yere varılamaz. Pusulamız evrensel insani değerler olmalı. Güvenliğin sağlanması ve yaşananların değerlendirilmesine dair kriterleri belirlerken sürece bu nazarla yani evrensel insani değerlerle bakmalıyız.