AKP iktidarı, Hendek operasyonları sonrası Kürtlerin yaşadığı travmanın üstünü, çok katlı TOKİ evleriyle örtebileceğini düşündü. Kürt sorunu için çözüm haritası bile hazırdı: Arttırılan güvenlik önlemlerine ek olarak HDP’li belediye başkanlarının yerine kayyum atamak. Ve bu sayede Kürtlerin devlete olan bağlarını güçlendirmek… Neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalacak bir yaklaşım.
Eskiden idam edilen insanlar ibret-i âlem için aylarca darağacında bırakılırmış. En son duyduğuma göre, operasyon bölgesinde çatışmaların izlerini taşıyan birkaç bina da ibret alınsın diye öylece bırakılmış. Sadece bu örnek bile siyasal iktidarın bölge insanına sopadan başka bir şey vadetmediğini gösteriyor. Bu noktada, “Devlet ne yapmalı?” sorusuna cevap yazmak da anlamsız. Herkes ne yapılması gerektiğini biliyor, ama bu tuhaf sistemden beslenenlerin, çözüm reçetelerini uygulamak gibi niyetleri yok.
Kürtlere gelirsek…
Kürtler maalesef, Hendek operasyonları sürecinde bireysel olarak dile getirdikleri eleştirileri bir araya gelerek topluca seslendiremediler. HDP içinde, tabanın rahatsızlığını hisseden politikacılar oldu, ama sesleri ya cılız çıktı ya da bastırıldı. Bu bağlamda sıradan bir vatandaşın devlete yaklaşımı ile HDP tabanının PKK’ya yaklaşımı arasında benzerlikler olduğu söylenebilir.
Ben buna, temelinde korku olan kutsama hastalığı diyorum. Şimdi birileri çıkıp; “Ne yani devlet ile PKK’yı aynı kefeye mi koyuyorsun!” demesin. Hayır, ikisini aynı kefeye koymuyorum. Sadece toplumsal bir geçeği tespit etmeye çalışıyorum. Amacım, tarihinin en fazla oy oranına ulaşmış, yer yer Kürt olmayan seçmenden dahi oy almış HDP’nin PKK’ya karşı dik duramamasına ikna edici bir cevap bulmak. Kendisine oy veren milyonlarca seçmeni yarı yolda bırakmasını sorgulamak.
Mesela neden 6-7 Ekim 2014 Kobani eylemeleri sonrası PKK halkın ‘Serhildan’ (ayaklanma) için hazır olduğunu dikte etmeye başladığında “Siz ne diyorsunuz! Halk bize güvendi, oy verdi. Ayrıca sembolik de olsa bir çözüm süreci devam ediyor. Silahlı halk ayaklanması da nereden çıktı?” diyemediler. Şiddetin şehirlere taşındığı tarih, Kürt siyasetinin, politik olarak daha güçlü olduğu 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen sonrasıydı.
Peki PKK böylesi bir dönemde neden bu yola girdi?
Operasyonlar esnasında bazı mahalleler haritadan silindi. İnsanlar öldü. Evet yaşananlar kelimelerle tarif edilemeyecek acılar barındırıyor ama bir şeyi ıskalamamak gerek. Operasyonlar “sonuç” idi. PKK’nın yaptığı yığınak ve TSK’nın uyguladığı yöntemler ön plana çıkartıldı ve iki tarafın bu sorunlara neden olan geri plandaki aktörleri perdelendi.
Bugün de aynı perdeleme ve oyalama taktiklerinin devrede olduğu söylenebilir. Devletin müdahalesinin orantısız olduğunu eleştirenler, neden Cizre’de yaşananlardan sonra Şırnak merkezinde ve Nusaybin’de operasyonlar başlamadan harekete geçmediler? Oysa önlerinde 2 ay gibi bir süre vardı. Şırnak ve Nusaybin’de PKK militanlarına “Bu işi sonlandırın halk perişan oluyor, insanlar ölüyor, biz politik olarak güçlü bir pozisyondayız silahlı mücadele sivil siyasetin önünü kapatıyor” diyemediler.
Yukarıda dile getirdiğim soruların HDP tabanında sorulmaması için özel bir gayret gösterildiği aşikâr. Neden muhalif Kürt gazetecilerden bir gün olsun bu konularda ayrıntılı eleştirel analizler okuyamıyoruz?
HDP Tabanını Anlamak
Yaşanan sürecin öncesi ve sonrasında bölgede çalışan bir kamu görevlisi olarak, HDP tabanını anlamak için özel bir gayret gösterdim. Birçok Kürt vatandaşla, yerel yöneticiyle ve kamu görevlisiyle görüştüm. Şunu anladım ki, PKK’nın planı basitti: Hendekler kazılacak, barikatlar kurulacak ve halk “ayaklanacaktı”. Ama halk PKK’nın planına göre hareket etmedi. PKK ile bir şekilde duygusal bağ kuran Kürtlerin büyük çoğunluğu örgütün ayaklanma çağrısına olumsuz yanıt verdi.
Peki neden?
PKK’nın istediği duruşun bütün Kürtler tarafından gösterilmemesini kimileri devlet korkusuna bağlasa da ben tam olarak böyle düşünmüyorum. Bence asıl neden şu: Kürtler, açılım döneminde silahlı dağ kadrosunu ve onlara bağlı silahlı ergen gençleri yakından gözlemleme fırsatı buldular. Bu dönem tam da PKK’nın ikna ediciliğini kaybettiği dönemdir. Bizzat biliyorum ki birçok HDP’li, hendek sürecinde PKK’lıların mahallelerde yaptıklarını doğru bulmuyordu.
Bu bağlamda ilk aklıma gelen Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı’nın Şu sözleri: “İnsanların tamamı barikatları savundu, hendek çok iyidir demedi. Öyle bir ruh hali yok. Birçok insan bunu eleştirdi. Diyarbakır’da yüzde 78 oy, 11 milletvekilinin 10’unu almışız. Biz mücadelemizi demokratik yollarla sürdürüp sonuç alabilirdik.” Bu çıkış çok önemliydi.
PKK militanlarının ya da YPS’li(Kürtçe: Yekîneyên Parastina Sîvîl / Sivil Savunma Birlikleri) eğitimsiz ergenlerin bir mahalledeki okulu yağmalamasının o okulda öğretmenlik yapan HDP’li öğretmen açısından bir karşılığı yoktu.
Kürt Esnaf
Hangi esnaf dükkanının önüne barikat kurulmasını ve silahlı ergenlerin buralarda polisle çatışmasını ister? Barikat ve EYP döşenmesini istemeyen ve devlete de mesafeli duran Kürt esnaf; “Biz bir şey diyemiyoruz, mahallenin serserisine silah vermişler, çekip vursa, polis mi beni kurtaracak?” Bu söz, devlete kafa tutan ve halk ayaklanması için ilk fitili ateşleyecek olan kadronun mahallelinin gözünde nerede durduğunu göstermesi bakımından önemliydi.
Bir parantez açarak şunu da ifade etmekte fayda görüyorum. Kürt esnaf “mahallenin serserisi‘ dediği gencin operasyon esnasında hayatını kaybetmesine çok üzülmüştür. Fakat bu seferki üzüntüsü öncekilerden farklı olmuştur. Zira bu sefer sadece devleti değil PKK’yı da suçlamıştır.
Sadede gelirsek.
Ben eski bir askerim ve meslek hayatımın önemli bir kısmı terörle mücadele görevlerinde geçti. Kürt sorunun silahla çözülmesinin imkânsız olduğunu düşünenlerdenim. Çözüme yaklaşılan her fırsatta bu gayretlerin PKK ve devlet içerisinden birileri tarafından adeta kafa kafaya verilerek sabote edildiğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Umarım bu cümle içerisinde “devlet” kelimesini kullandığımdan ötürü yanılıyorumdur.