Dalıp gitmişti yine uzaklara. Son zamanlarda sık sık dalar olmuştu. Görebildiği mesafe duvarların sınırlarını geçemiyordu ama hayallerine ket vuracak bir çocuk değildi. “Şu duvarları bir aşabilsem” diyordu her seferinde. “Ah bir uçabilsem…”
Annesiyle kardeşini de alıp köylerine götürecekti. Canına tak etmişti artık yaşadıkları zorluklar. İnsan olduğunu, öncesinde normal bir hayatları olduğunu bile unutmaya başlamıştı. Olur ya belki babası da gelirdi sonra… Her geçen gün ümidi azalsa da umutsuz da yaşanmazdı.
Ayrıldıklarından beri birkaç kez görmüştü babasını. Kimi zaman ağır işlerde çalışıyor, kimi zaman da temizlik yapıyordu. Son görüşünün üzerinden 2 aydan fazla geçmişti. Her zamanki gibi ayağında zincir vardı ama bu seferki hali farklıydı. Çok zayıflamış ve yorgun görünüyordu. En kötüsü ise onu tanımamıştı babası. Bir türlü aklı almıyordu. Defalarca seslenmiş, ona baktığı halde tanımamıştı. Ona söylemesi gereken ne çok şey vardı halbuki. Bazılarını nasıl söyleyeceğini o da bilmiyordu…
Aylardır evlerinden uzakta bu eğitim kampında tutuluyorlardı. Bir gece sabaha karşı evleri basılmış ve otobüslerle zorla buraya getirilmişlerdi. Eğitim için neden buraya kadar geldiklerini bir türlü anlayamıyordu. Kendisi ve birçok arkadaşı okula gidiyordu zaten. Annesi ve babası okul için büyük, kardeşi ise çok küçüktü. Kıyafetleri ve eşyaları ellerinden alınmış hepsine tek renk, tek şekil tulumlar giydirilmişti. Kendi dillerini konuşmaları ve ibadet etmeleri en büyük ceza sebepleri arasındaydı. İsimleri bile değiştirilmiş, Uygurca yerine Çince isimler kullanmaları emredilmişti. Geldiklerinde tanıdıkları kimse yoktu. Her geçen gün yeni insanlar getiriliyor, yeni binalar yapılıyordu. Zamanla köylerinden bazı ailelerle birlikte komşularının kızı çok sevdiği ablası da gelmişti. Oldukça neşeli ve becerikli bir kızdı. Onun da burada olmasını istemiyordu elbette, ama o olmasaydı da buranın çok daha zor olacağını biliyordu.
Günleri artık rutine bağlanmış, akıp gidiyordu. Bekçilerin ve polislerin sert davranışlarına, itip kakmalarına alışmıştı. Öğretmenleri ve gözetmenleri ise daha kibar ve güler yüzlüydü. Sadece bir kez kızdıklarına şahitlik etmişti. Sınıflarındaki bir çocuğun hapşırdıktan sonra “Elhamdülillah” demesi üzerine hışımla üzerine gelmiş ve bir daha asla söylememesini, yoksa terörist olacağını bildirmişlerdi.
Okula gittiklerinde; Çin kültürünün güzelliği ve efsaneleriyle ilgili hikayeler dinliyorlar, tanrı ve din inançlarının yanlış olduğuna dair kitaplar okuyorlar ve Çin devletini yönetenlere ait konuşma ve gösterileri seyrediyorlardı. Onları eğiten herkes; topluma kazandırılmaları için bu eğitimin gerekli olduğunu, nihayetinde ahlaklı bireyler olacaklarını söylüyordu. Dersleri çoğunlukla sıkıcı bulsa da bunu söylemeye cesaret edemiyordu.
Okulla ilgili en sevdiği zaman öğle yemekleriydi. Küçüklükten beri et yemeyi çok severdi. Bir et bir de çikolata onun zayıf karnıydı. Aslında diğer çocuklardan hiçbir farkı yoktu bu zaaflarının. Aklına babasının yaptığı kavap[*] geliyor, eski günleri özlüyordu. Annesi onu et yememesi konusunda uyarsa da yemek zorunda kalıyordu. Kahvaltı için verilen öğün çok azdı ve onu doyurmuyordu. Öğle yemeğinden önce de yorucu spor dersi vardı ve yemekte sadece et oluyordu. Çiftçi bir ailede büyüdüğü için etin kokusunu ayırt edebiliyordu. Tadı ne inek ne de koyun etine benziyordu. Yine de severek yiyordu, hatta son günlerde kilo almaya bile başlamıştı.
O gün okuldan kamptaki odalarına döndüğünde annesini ağlarken buldu. Uzun zamandır annesinin ağlamadığı veya hüzünlü olmadığı gün yok gibiydi zaten. Ağlamanın şiddetinden ve derinliğinden önemli bir olay olduğunu anlıyordu. Sorsa bile annesinin cevap vermeyeceğini bildiği için üzerine gitmedi. Belki bir şeyler öğrenirim umuduyla ablasının hücresine gitti. Her zaman düzenli ve temiz olan hücresi darmadağındı. O ise bir köşeye oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kıyafetleri yırtılmış, saçı başı dağılmış ve vücudunun değişik yerlerinde morluklar vardı. Onu görünce başını kaldırdı, baktı bir süre. Bakıyor ama görmüyor gibiydi. Sonra yine başını ellerinin arasına alıp daha şiddetle ağlamaya devam etti. Ne olduğunu sormaya cesaret edemedi. Bir süre yanında oturdu. Sadece iki kelimeyi sürekli sayıkladığını duydu: Kara Oda!
“Kara Oda” ne demek bilmiyordu, ancak birkaç kez konuşulurken duymuştu. Anlatanın da dinleyenin de yüzünde korkutucu ve iğrenç bir duyguya sebebiyet veren kötü bir şeydi. Tüm bildiği bu kadardı.
Bugünden sonra bir daha ablasını tebessüm ederken bile görmedi. Annesi artık geceleri uyumaz olmuştu. Ne zaman gece vakti uyansa annesini ağlarken veya dua ederken buluyordu. Herhangi bir hücrenin kapısı açılsa veya bir çığlık duysa titreme halinde ağlamaya başlıyor daha hisli dua ediyordu.
“Kara Oda” felaketinden bir süre sonra ablasını serbest bıraktılar. Yemediği ve içmediği için iyice zayıf düşmüştü. Yürüyecek hali yoktu, görevlilerin kollarında çıkarıldı. Çok geçmeden canına kıydığı haberi geldi. Yaşama böylesine bağlı, neşeli ve hayat dolu ablası neden intihar etmişti bir türlü anlam veremedi. Bildiği, hepsinin “Kara Oda” ile ilgisinin olduğuydu…
Zaman geçiyor, gelenler gidemiyor, sürekli yeni insanlar getiriliyordu. Her geçen gün şiddetin ve hakaretin dozu artıyordu. Bir keresinde gözlerinin önünde öldüresiye dövülen yaşlı birini görmüştü. Yardım etmek için koşarken bekçilerden birinin çelmesiyle yere kapaklanmıştı. Adamı dövmeyi bırakan görevliler ona gülmeye başlamışlardı. Kaldıkları hücreye hiç tanımadığı Çinli bir adam birkaç basit eşyasıyla gelmiş, artık onlarla yaşayacağını söylemişti. Annesi ne kadar ağlasa ne kadar karşı çıksa da sözünü dinletemedi. Her gün akşam sarhoş halde geliyor ve yemeğini hazır istiyordu. Yemeğini yedikten sonra genelde sızıp kalıyordu. Aksi halde hayatı daha çekilmez hale getiriyor, annesine ve kendisine bağırıp, tartaklıyordu. Bir keresinde kardeşine tokat bile atmıştı. Ömrünün sonuna kadar kin besleyeceğinden emin olduğu bu adamdan ailesini kurtarmaya çalışıyor ama bir türlü yolunu bulamıyordu.
Okula ise yeni kurallar gelmişti. Hemen her gün sağlık taraması yapılıyor, boy ve kilolarına bakılıyordu. Derslerden sonra çoğunlukla hücrelerine değil başka çocukların da olduğu yatakhanelere götürülüyorlardı. Sadece okulun olmadığı günler ailesinin yanına gitmesine izin veriliyordu. Annesi onun için de endişelenmeye başlamış, sık sık neler yaptıklarını soruyordu. Ona göre endişelenecek bir şey yoktu ama annesine de kızamıyordu. Geride bıraktıkları aylarda başlarına gelenlere bakınca korkusu gayet doğaldı.
O gün de diğer günlerden farklı değildi, öyleyse bile o bunu bilmiyordu. Cuma günüydü ve yaklaşık bir haftadır annesini ve kardeşini görmemişti. İkisini de çok özlediğini fark etti. Bahçedeki taşların arasında büyüyen bir çiçek görmüştü önceki gün. O çiçeği koparıp annesine götürmeyi düşünerek kahvaltısını yaptı. “Uzun zaman sonra ilk kez yüzü güler belki” diye iç geçirdi. Kardeşi de isteyecekti mutlaka, ama ona da bir sonraki sefer götürürdü. Ders başlamadan önce koşa koşa bahçeye gitti ve çiçeği koparıp tulumunun içine sakladı. Sınıfa geldiğinde zarar görmesin diye çıkarıp masanın gözüne koydu. Öğretmenleri yanında bir polisle birlikte içeri girdi. Polisin elinde bir liste ve kağıtlar vardı. Sınıftan kendisi ile birlikte birkaç öğrencinin ismi okundu. Ayağa kalkmaları ve polisi takip etmeleri istendi. Uzun koridorlardan geçerek çıkışa ulaştılar. Bir minibüse bindirilip, kampın dışına doğru yola çıktılar.
Bir yandan korkuyor bir yandan da heyecanlanıyordu. Geldiklerinden beri ilk kez dışarı çıkabiliyordu. Araç, şehir dışında izbe bir yerde eski bir binanın önünde durdu ve inmeleri söylendi. Binanın içi tıpkı bir hastane gibi düzenlenmişti. Ya eski bir hastaneydi ya da sonradan hastane yapılmaya çalışılmıştı. Odalarda bekleyen maskeli, önlüklü, eldivenli doktorlar vardı. İçinde büyüyen sıkıntı giderek artmış hatta bazı çocuklar ağlamaya başlamıştı. Orada bulunan normal giyimli birisi yanlarına geldi. Korkmamalarını, her şeyin yolunda olduğunu söyledikten sonra elinde bulunan çikolataları çocuklara dağıttı. Bütün korkuları geçmişti fakat doktorun küçük birer iğne yapılacağını söylemesinden sonra yine korkmaya başlamıştı. Bir yandan çikolatasını yerken bir yandan da görevliyi dinliyordu. İğneden sonra tekrar çikolata verileceğini öğrenince bütün korkusu yerini sevince bıraktı. Kardeşine götüreceği hediyeyi bulmuştu. Onun da kendisi gibi epeydir çikolata yemediğini biliyordu. Heyecanla kabul edip kolunu uzattı. İğne yapıldı ve çok geçmeden uykusu gelmeye başladı. Kendini daha fazla tutamayıp bekledikleri odada uyuyakaldı…
Rüyasında, kamptaki hücrelerinin önündeki taş bahçede oynuyordu. Kollarının yerinde kanatları olduğunu gördü ve uçabilmeyi denedi. Gerçekten uçabiliyordu. Uçabiliyor ve göğe doğru yükseliyordu…
O göğe doğru yükselirken özensiz dikişlerle kapatılmış bedeni kirli ve paslı bir sedye üzerine, içinde kemikten başka bir şey olmayan boş bir deri torbası halinde bırakılıvermişti. Bekledikleri odada çikolatası, masasının gözünde çiçeği, geride annesi ve kardeşi boynu bükük kalmıştı.
Yattığı derin uykudan asla uyanmadı, köyüne, hücresine, okuluna dönemedi. Kimse ondan haber alamadı. Soranlar cevap bulamadı. Sanki böyle bir çocuk doğmadı, sanki böyle biri yaşamadı… Hiç uygulanmayan zulmün, önemsenmeyen sonucuydu sadece.
Adı yoktu onun. Hem olsaydı ne olacaktı ki! Bir avuç garipten başka merak edeni de yoktu, soranı da. Ne bir mezarı oldu ne de kefeni. Yitip gitti acımasız ellerde.
[*] Çince, şiş üzerinde kavrulmuş küçük et parçalarından oluşan bir yemek