Hendek Operasyonları – Gri Hukuk Alanları

Bu yazıda; Diyarbakır, Şırnak ve Mardin şehirlerinde gerçekleştirilen ve kamuoyunda “Hendek Operasyonları” olarak bilinen “meskûn mahal/şehir operasyonları” öncesinde Ankara’da yürütülen hukuki dayanak bulma çalışmalarının bir kısmından bahsedilecektir.

PUGAT yazarı Ali Çağlar, geçtiğimiz günlerde konu hakkında bir dizi yazı kaleme almıştı. Bölgede yaşananların orada bizzat bulunmuş olan bir subayın anlatımıyla gözler önüne serilmesi açısından bu yazıların konuya duyarlı olanlarca mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorum.  

Ben ise sizi bu operasyonlardan hemen öncesine, Ankara’ya götüreceğim.

Jandarma Okullar Komutanlığı’nda hukukçu öğretim görevlisi olarak çalışıyordum. Henüz bu operasyonlar başlamamıştı. Bir gün Hukuk Bilimleri Bölüm Başkanı Albay, bir grup hukukçu subayı topladı. Jandarma Genel Komutanlığı tarafından, bir rapor/görüş hazırlanması emri verildiğini söyledi.

Esasında bu tarz rapor ve görüşler Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı olan ‘‘Adli Müşavirlik’’ten istenirdi, ancak ara ara Beytepe’deki Jandarma Okullar Komutanlığı’na da benzer talepler geliyordu.

Mevzu, Güneydoğu’da yapılması planlanan “Meskûn Mahalde Terörle Mücadele” operasyonlarıydı. Evet! Hendek operasyonlarından bahsediyorum. Bu kritik konuda bir çalışma yapılması isteniyordu.

Talep, bölgedeki meskûn mahalde yapılacak terörle mücadele operasyonlarına katılacak olan askeri personelle ilgiliydi. Böylesine bıçak sırtı bir göreve katılacak askeri personelin ileride karşılaşılması muhtemel yargılamalardan ve ödenecek tazminatlardan nasıl muaf tutulabileceği sorulmuş ve hukuka aykırı bir hal varsa, bunların da hukuk çerçevesine nasıl sokulabileceği konusunda görüş istenmişti.

Hukuk Bilimleri Bölüm Başkanı olan Albay da bu hususun problemli yanlarını biliyor olacak ki, “Bir gri alan yok mu?” diye sormuş, çalışma esnasında “kanun boşluğu” olarak nitelenebilecek gri alanlar üzerinde yoğunlaşılmasını ve bunlardan yararlanılmasını istemişti.

*****

Ekip çalışmaya koyuldu, mevzuat incelemesi yapıldı ve ilgili AİHM kararlarını derledi. Elbette ki tamamlanan raporun sonucu olumsuzdu.

Bu operasyonlar, bölgede yaşayan siviller açısından hukuki zeminde esastan bazı problemler barındırıyordu. Böyle bir durumda gerçekten de sivil kayıplar verilmesi riski çok yüksekti. Ayrıca PKK unsurlarının, meydana gelen olaylar esnasında sivil vatandaşları kullanma ihtimali de vardı. Bu tür durumlarda da idare olarak devletin “sosyal risk sorumluluğu” vardı.

Operasyonlara katılan personel ise, yerine getirdiği kamu hizmeti dolayısıyla ve de bu görevden ötürü kendisine sağlanan araçlar vasıtasıyla icra ettiği bir faaliyet sırasında verdiği zararlar sebebiyle, ileride “rücu mekanizmasıyla” karşılaşabilecekti (Anayasa md. 40/2, 129/5 ve ilgili diğer kanunlar). Daha açık söylenecek olursa, bu zararları ödeyecek olan devlet, daha sonra kusuru oranında zararı meydana getiren personele rücu edebilecek, yani yapılan harcamayı onlardan talep edecekti.

Bununla birlikte, kanunsuz emir verilmesi durumunda askerlerin emre itaate dayalı mesleki refleksleri dolayısıyla bunu sorgulamasının zor olması, verilen emrin sınırının aşılması (Askeri Ceza Kanunu md. 41) ve yer yer aşırı kuvvet kullanımına başvurması (Türk Ceza Kanunu md. 256) gibi ‘‘personelin bizzat sorumlu tutulacağı’’ çetin durumlar da söz konusu olabilirdi.

Görevin yapısı gereği bu tarz kusurlar her zaman işlenebilirdi, ancak bu kez iş başkaydı. Sivillerin de yaşadığı bir bölgede, “nev-i şahsına münhasır” bir çatışma ortamından bahsediliyordu. Böylesi bir görev, başta “yaşam hakkı ihlalleri” olmak üzere, genelde beklendiğinden çok daha ciddi risklerden barındırıyordu. Yaşam hakkının ihlali ve telafisi mümkün olmayan psikolojik travmaların yaşanmasının yanı sıra maddi hasarların da fazlasıyla oluşacağı böylesi bir operasyona katılan personel “Emir verildi, ben de icra ettim!” deyip, ortaya çıkmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan kriminal süreçlerin içinden kolaylıkla çıkamazdı.

Ulusal ve uluslararası hukuka uygun olmayan ve birçok riski de içinde barındıran bu operasyonlara katılan personeli suça bulaşmaktan ya da cezai müeyyideden kurtarmak için bir takım hukuki düzenlemeler yapılsa bile, bunlar uluslararası evrensel hukuka ve dolaysıyla da ona 90. maddesi ile göbekten bağlı olan Anayasa’ya aykırı olacaktı.

Hiçbir kıymet veya ideal, masum bir insanın öldürülmesine ya da maddi/manevi kayıplar yaşamasına gerekçe olamazdı. Yani yaşam hakkı söz konusu olduğunda siyahın ve beyazın ötesinde, “gri bir alan” olamazdı.

Hazırlanan rapor ilgili yere arz edildi ve belki de arşivdeki yerini muhafaza ediyordur.

*****

Şimdi gelelim bu olayın bir adım öncesine, yani Ankara’da işlerin nasıl döndüğüne…

Sonradan öğrendiğime göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan, meskûn mahal bölgesine TSK’nın girmesi konusunda dönemin Genelkurmay başkanı Orgeneral Hulusi Akar’la zaten görüşmüştü. Ancak Akar’ın aklında bazı şüpheler vardı.  Erdoğan’ın emrettiği şekilde TSK tarafından meskûn mahalde operasyon icra edilmesinin sakıncalarının farkında olan Akar, operasyonlara katılacak olan askerlerin ileride hukuki yaptırımlara maruz kalabileceğini ve tazminata mahkûm edilebileceğini biliyordu.

Zannediyorum Akar, sadece Jandarma Genel Komutanlığından değil, diğer birliklerden de benzer raporlar istemiştir ve yine zannediyorum o raporlar da aynı doğrultudadır: Bu iş ileride ciddi hukuki sorunlar çıkaracaktır!

Kendisini riske atmak istemeyen Akar, Erdoğan’ın karşısına bir kez daha bu raporlarla ve görüşlerle çıkar ancak “Başkomutan” Erdoğan her zamanki “dediğim dedik” tavrıyla meseleye “Kanun da benim, ordu da benim!” şeklinde yaklaşır. Elindeki çekiçle herkesi çivi gören Erdoğan böylece operasyonları bu şekilde başlatır.

Devletin varlık sebebine taban tabana zıt olan ve dolayısıyla da bölge insanının (ama sadece bölge insanının; zira diğerlerinin duyularını uyaracak ölçüde yakınlarında gerçekleşmediği için onların pek de işlerine gelmediğini düşünüyorum) devleti temelden sorgulamasına sebep olacak bu operasyonların hem uluslararası kamuoyunda ülke itibarını zedeleyeceğini hem de bölgedeki askerleri zor duruma düşüreceğini Erdoğan’ın bilmemesi mümkün değildi.

Erdoğan, bölgedeki meskûn mahal operasyonlarının icra edilmesini gerçekten bir zorunluluktan dolayı mı istedi? Yoksa bu operasyonları ve ortaya çıkacak tabloyu siyasi bir rant olarak kullanmak mı istedi? İşin bu kısmını bilmiyoruz ancak aradan geçen bunca zamandan sonra Erdoğan bürokrasisinde işlerin nasıl yürüdüğünü hepimiz çok iyi biliyoruz.

*****

Ana haber bültenlerinde sadece birer sayıdan ibaret olan onlarca asker, o operasyonlarda şehit oldu. Ancak, sivil kayıp sayısını, maddi ve hele manevi zararın ne kadar olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Bunlar belki de hep “gri” kalacak ve hiçbir zaman bilinemeyecektir. Bununla beraber, başta AİHM olmak üzere uluslararası hukuk mecralarında kabul edilebilir başvurularla yargı süreçleri başlatıldığında, “ilgililer” hiçbir zaman ne orada yaşanan sivil kayıplara ve ne de operasyonların icra edilme gerekçelerine dair makul bir izah getiremeyecektir.

Şimdilik, “1 milyon 600 bin kişinin etkilendiği, 500 bin kişinin göçe zorlandığı ve yaklaşık 2 bin kişinin öldüğü” bir tahmin olarak öne sürülen operasyonlar sonrası, başta ‘‘Yaşam Hakkı (Md.2) ve ‘‘Özgürlük ve Güvenlik Hakkı (Md.5) olmak üzere AİHS’nin birçok hakkının ihlali dolayısıyla Ankara’ya karşı şikâyette bulunmuş yüzlerce başvurucu var. Bu dosyalardan ikisinin (Elçi ve Tunç davaları) “pilot dava” olarak seçildiği ancak henüz iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle başvurular reddedildi.

İç hukuk yollarının tüketilmesinden (veya sürelerin çok fazla uzamasından dolayı Anayasa Mahkemesi’nin artık “etkin iç hukuk yolu” olmadığına karar verilmesinden) sonra, bu davalarla ilgili olarak AİHM’nin ne yönde karar vereceği de merak ettiğimiz başka bir konu olarak önümüzde durmakta.