Suriye’de Ne Oluyor, Türkiye Ne Yapıyor? – 2
Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri nasıl izliyor? Bu sorunun cevabını bir çırpıda verebilmek çok güç. Zira Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerinin seksenli yıllardan itibaren ortaya çıkan niteliği bu güçlüğü önemli ölçüde belirginleştirmekte.
Suriye ile var olan komşuluk ilişkilerinin ve Hatay meselesinin her dönemde farklı bir desende ortaya çıkması, PKK terörü ile bambaşka bir boyut kazandı. Topraklarında PKK terör örgütünün liderini ve elemanlarını barındıran Suriye’ye karşı uzunca bir dönem kimi zaman ihtiyatlı ama çoğunlukla da sert bir dil kullanıldı. Nihayet doksanlı yılların sonlarında Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ile iki ülke ilişkileri yeni bir kriz doğmadan normalleşme sürecine girdi.
Kardeş Esad – Katil Esed
Erdoğan, AKP iktidarının 2002-2011 döneminde, Türkiye ile Suriye arasındaki ihtiyatlı diyaloğu, birdenbire denebilecek bir biçimde, söylemde “kardeşlik” seviyesine çıkardı. Karşılıklı iltifatlar ve ziyaretlerle bir “bahar” sürecine girildi. İki ülke halklarının da hoşnut kaldığı bu gelişme tıpkı başlaması gibi hızla bozuluverdi. 2011 yılından itibaren ise Erdoğan’ın söylem ve uygulamalarından ötürü, komşu iki ülkenin tarihlerinde hiç görülmediği kadar açık bir düşmanlık rüzgârı esmeye başladı. Sadece Erdoğan’ın değil, diğer iktidar bürokratlarının ve siyasetçilerinin söylemleri de sertleşti. Tehditlerin dozu her geçen gün arttı. Erdoğan’ın, savaş öncesindeki “kardeşim Esad” iltifatının yerini savaş başladıktan sonra “katil Esed” nefreti aldı.
İş bununla da kalmadı Suriye’deki iç karışıklığa etki eden doğrudan müdahaleler gündeme geldi. Rejim muhalifi yapıların (ki bazılarının terörist örgütler olduğundan kimsenin şüphesi yok) desteklenmesinde AKP Hükümetinin keyfi bir politika gütmesi, Suriye’ye yönelik düşmanca söylemlerin eyleme dönüşmesi, iki ülke arasındaki bütün iletişim kanallarını kapattı. Tarihin hiçbir döneminde iki ülkenin ilişkileri bu seviyede bozulmamış ve düşmanlık sınırına dayanmamıştı.
Mağdurlar
Komşu iki ülke arasındaki düşmanca tutumun doğal olarak birçok da mağduru çıktı ortaya. Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin darmadağınık bir hal aldığı Suriye meselesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının psikolojileri alt üst oldu. Gerek insani dramlar gerekse AKP iktidarının içine düştüğü acziyet, halkın devlete olan güvenini zedeledi. Türkiye’deki (özellikle Hatay, Adana ve Mersin’deki) Aleviler, Suriye’de olup bitenleri ve AKP Hükümetinin takındığı tutumu kaygıyla izledi. Türkiye’deki Kürtlerle akrabalık ilişkileri olan, sınıra yakın bölgelerdeki Suriyeli Kürtler de gelişmelerin ilk elden ve doğrudan mağduru oldular. Tıpkı Suriye’nin muhtelif bölgelerindeki Türkmenler gibi
Türkmenler
AKP iktidarının “Suriye’deki Türkmenler” politikası da başlı başına bir fecaat. “Soydaşlarımız” denilen bu halkın hakkını, hukukunu korumak, can güvenliklerini sağlamak noktasında nasıl bir politika yürütüldüğü ise meçhul.
Türkiye Türkmenlere yardım ediyor mu, etmiyor mu? Hangi yardım malzemelerini ulaştırıyor? Gıda, ilaç, barınma vb. ihtiyaçlarını karşılayabiliyor mu? Silah yardımı yapıyor mu? Silahlı eğitim veriyor mu? Siyasal ve moral destek anlamında şimdiye kadar neler icra edildi?
Bunlar gibi pek çok soru ve karmaşık pek çok cevap önümüzde yığılı vaziyette. Mesela bu noktada, 2014 yılı ocak ayında Adana ve Hatay’da durdurulan silah ve mühimmat yüklü tırlarla ilgili olarak AKP Hükümeti yetkililerinin yaptıkları çelişkili açıklamaları nereye koyacağız? “O tırlarla Türkmenlere insani yardım gidiyordu” denildi. Oysa o tırlar Türkmenlere gitmiyordu. İçlerinde de insani yardım değil savaş malzemesi vardı. Zaten Türkmen yetkililer de o tarihlerde kendilerine ne silah ne de insani yardım ulaştırılmadığını açıkladılar.
Türkmenlerin adını kullanarak politika üreten AKP Hükümetinin gerçekte neyi amaçladığı ile ilgili olarak, pek çok şey söylenebilir. Nihai gerçek şu ki; Suriye’deki gelişmelerin takipçisi olan Türk halkının duygusal bir bağ da kurduğu Türkmenler, bir de isimleri politika malzemesi olarak kullanılıp AKP yöneticileri tarafından mağdur edildi ve bölgede savaşan değişik grupların hedefi haline getirildiler.
Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar
AKP iktidarı, başta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olmak üzere Suriye rejimine muhalif yapıların toplantılarına Türkiye’nin ev sahipliği yapmasını sağladı. Bu tutum başlangıçta belki anlaşılabilirdi. Fakat Suriye’nin egemenlik haklarına yönelik açık tehditler ve hasmane tutumlar AKP iktidarı tarafından T.C. devletinin mantık süzgecinden geçirilmediğinden dünya nezdinde halen meşruiyeti devam eden Suriye hükümeti ile Türkiye’nin ilişkilerini “düşmanlık” seviyesine itti. Böyle olunca sayıları milyonlarla ifade edilen Suriyeli mültecilere Türkiye’nin kucak açması ve yüklerini sırtlanması da göze görünmez oldu.
Kucak açmak problemleri çözmedi, çözemiyor. Açlığı ve sefaleti yaşayan binlerce Suriyeli mülteci ilk başlarda, Türkiye metropollerinin değişik bölgelerinde ve halkın gözlerinin önünde perişan haller sergiledi. AKP iktidarı bu manzarayı istismar etmek isteyenlere adeta bir fırsat sunmuş oldu. Hem mültecilere bekledikleri yardımı yapmadı hem de “eğit-donat” politikası ile Suriye’nin legal yönetimine karşı savaşmak üzere silahlı unsurların eğitimini gerçekleştirmeye talip oldu. Çelişkilerle, eksikliklerle ve yanlışlıklarla dolu bir politikanın sonucunda ise Suriye’de yanan ateşi körükledikçe körükledi.
Başlangıçta insani bir dram olarak görülen Suriyeli sığınmacılar meselesi, özellikle 2020’li yıllardan itibaren bir göçmen karşıtlığına dönüştü. Sokaklarda kriminal hareketlilikler boy vermeye başladı. AKP iktidarı tarafından seçim yatırımı olarak Suriyeli sığınmacılara T.C. vatandaşlığı verilmesi meselesi spekülatif siyasi tartışmaların merkezine girdi.
Oysa AKP Hükümeti, Suriye’de istikrarın sağlanması adına dünya ülkeleri tarafından oluşturulan koalisyonda aktif rol almak istemişti. Bu heves Erdoğan’ın bölgede inisiyatif kullanmadaki pervasızlığından ötürü samimiyetsiz bir görünüm kazandı ve gelişmeleri yakından takip eden dünya devletlerinin tepkisini topladı.
Hariciye
Siyasal iktidarın Suriye politikasının belirlenmesi ve yönetilmesinde devlet aklını ve Hariciye birikimini kullanmadığını görüyoruz. Bunun temel nedeninin Erdoğan’ın yönetim anlayışı olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan, önce Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı olarak birçok yanlış uygulamaya imza attı ve süreç içerisinde bu yanlışlarında diretti. Suriye’deki karmaşanın sona erdirilmesi adına dünya ülkeleri arasında bir şekilde sağlanan mutabakatın çerçevesi, bizzat Erdoğan tarafından bozuldu. İç kamuoyunda AKP iktidarının çok güçlü olduğu imajını oluşturmak adına hamasi söylemlerle Esad rejimi tahrik edildi. Keyfi, kontrolsüz ve sorumsuz uygulamalarla, Suriye’de kaynayan kazanın altına odun atıldı. Bu esnada, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Hariciye teşkilatı, Silahlı Kuvvetleri ve İstihbarat teşkilatları iktidar partisinin parti içi siyasal organları gibi kullanıldı.
Yaşanan bu süreçte Türkiye’nin Dışişleri (Hariciye) Bakanlığı Suriye’de yürütülen resmi devlet politikasının bürokrasi ayağını oluşturuyor görüntüsüne sahipti. Fakat reel politika hariciye bürokrasisinin birikimi ile değil, Erdoğan’ın ihtiras ve beklentileri ile istihbarat teşkilatının becerileri üzerinden gelişti. (Burada “beceri” derken, kelimenin pozitif/kitabi anlamına değil istihbarat teşkilatının imkân ve kabiliyetlerini kullanmada ortaya koyabildiği “kudret”e atıf yapıyoruz.) Sahadaki durum bugün de farklı bir noktada değil.
STÖ’ler ve Şirketler
Bölgede insani yardım çalışmaları yürüten Türk Kızılayı’nın faaliyetlerinin hangi nitelik ve nicelikte olduğunun kamuoyuna duyurulmasında yetersiz kalındığı açık. Kızılay dışında sivil toplum örgülerinden kimlerin faaliyetlerinden bahsedilebilir diye baktığımızda ise ilk göze çarpan İnsani Hak ve Hürriyetler Vakfı (İHH) oluyor. Fakat adının hep selefi-cihatçı kişi ve gruplarla birlikte anılıyor olması akıllarda birçok soru işareti bırakıyor. Gerçi bu soruların İHH yetkilileri nezdinde pek bir anlamı yok. Çünkü AKP Hükümeti tarafından faaliyetlerinin desteklenmesi onlara yeterince cesaret aşılıyor. Diğer sivil toplum örgütleri ise sadece AKP’nin gizli akreditasyonunu aşabildikleri ve siyasal ya da pragmatik iş birliğine yanaştıkları ölçüde görülebiliyorlar bölgede.
28 Şubat 2012 tarihinde emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi ve 23 emekli subay ve astsubay tarafından kurulan “Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi” kısa adıyla SADAT da Suriye’de faaliyetleri görülen şirketlerden birisi. Ayrı bir çalışmada ele alınması gerektiğini düşündüğümüz SADAT’ın Suriye’deki çalışmalarıyla ilgili olarak sadece organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in 30 Mayıs 2021’de yayınlanan videosunda dile getirdiği iddialarını hatırlatmakla yetinelim. Peker o konuşmasında, kendisinin Türkmenlere gönderdiği yardım malzemesi taşıyan tırlarla birlikte, içerisinde El Nusra’ya gönderilen silahlar bulunan başka tırların da Suriye’ye gönderildiğini ve bu silah sevkiyatının SADAT’ın da içinde olduğu bir ekip tarafından organize edildiğini söylüyor.
Çatışma bölgesine gönderilen malzemelerin (içeriği ne olursa olsun) güvenlik kontrolüne tabi olduğu düşünüldüğünde, Peker’in açıkladığı türden sevkiyatlarla Suriye’ye hangi cins ve miktarda neler gönderildiğini şimdilik bilmiyoruz.