Küba füze krizini yakın tarihe ilgi duyan hemen herkes bilir. Kısaca, ABD’nin Türkiye ve İtalya’ya, SSCB’nin ise Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan; Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan bunalımdır.
Yıllar sonra dönemin önde gelen isimleri bir vesile ile bir araya gelirler ve ABD eski Savunma Bakanı Robert McNamara, Fidel Castro’ya sorar;
“Ülkenizdeki füzelerin Ruslar tarafından ABD’ye karşı kullanımına izin verseydiniz, ABD karşı saldırıda bulunacak ve muhtemelen Küba’yı haritadan silecekti, bunu biliyorsunuz. Buna rağmen Rusların bu füzeleri kullanmasına izin verir miydiniz?”
“Evet”, der Castro, “izin verirdim.”
Bu cevap karşısında çok şaşırdığını hatta şok olduğunu belirtir ve demek ki mantığın her zaman işe yaramadığını söyler McNamara. Dönemi anlatan yapımlar olan “Clouds over Cuba” ve “Fog of the War”, ilgilileri için vakit ayırmaya değer kaynaklardır.
Bu konuya diplomasi, uluslararası ilişkiler, müzakere teknikleri gibi alanlarda çalışma yapmış kişiler aşinadır. İnsanların neden bazı duygularına yenik düşerek mantıksız kararlarla kendilerine ve çevrelerine zarar verdikleri konusu aynı zamanda psikoloji ve sosyolojinin de ilgi alanına girer.
Geçenlerde internet ortamında benzer bir şekilde Putin’in 2018 yılında vermiş olduğu bir röportaj yeniden gündeme geldi. Konu nükleer silah kullanımıydı. Putin burada gerekirse nükleer silahları kullanılabileceğini ve muhtemel sonuçlarıyla ilgili olarak ise Rusya’sız bir dünyaya gerek olmadığını ifade etti.
Tabi bu mafyavari tavır ve ergenlik çağındaki çocukların güç yarıştırması gibi kaba kuvvete dayanan üstünlük iddiası bazı ülkelerde halen kabul görebiliyor. Ancak batı medeniyetinde veya modern dünyada aşırı milliyetçilik, kabadayılık, cinsiyete dayalı üstünlük, kaba güç ve tehdit çok bir anlam ifade etmediği gibi tam tersine olumsuz olarak algılanıyor. İşte bu yüzden gelişmiş ülkelerce her türlü beklenmedik gelişme ve muhtemel sonuçları önceden değerlendirilmeye, gerçekçi ve rasyonel senaryolarla analiz edilmeye ve muhtemel gelişmelere karşı hareket tarzları belirlenmeye çalışılıyor.
Nükleer silahların konvansiyonel silahlardan ne kadar farklı olduğu, yıkıcı etkisi ve yıllar süren korkunç zararları herkesçe malum. Soğuk savaş döneminde yapılan analizlerde nükleer silahı ilk kullanan, yani ilk yumruğu atan, muhatabına büyük üstünlük kuruyordu. Ancak günümüzde gelişmiş devletlerin silah teknolojilerinde ne seviyeye vardıklarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak muhtemel nükleer bir savaştan sonrasını düşünmek ise tahayyül yeteneğimizin ötesinde.
Bu bağlamda kısa süre önce Putin’in, nükleer kapasitesi olan birliklerine yüksek hazırlık seviyesine gelme emri verdiği haber ajanslarına son dakika bilgisi olarak düştü. Putin bu emri verdiyse buradaki amacı kararlılığını belirtip hasımlarının gözünü korkutmak mıydı, yoksa işler istediği gibi gitmediği için mi son kozunu bu kadar erken öne sürmüştü? Şu an için bilemiyoruz.
Doğal olarak başta BM ve NATO olmak üzere birçok kesim tarafından sert bir şekilde eleştirilen bu durum, aslında geleceğe yönelik pek çok değişimin de sinyalini veriyor. Nasıl ki 11 Eylül saldırıları sonrası uluslararası ilişkilerde pek çok paradigma değişim gösterdi, pek çok kuram geçerliliğini yitirdi ise, açıkçası Putin’in Ukrayna’daki harekâtı ve nükleer tehdit hamlesi de yakın gelecekte pek çok gelişmeyi tetikleyebilecek potansiyele sahip. Ne kadar enteresandır ki SSCB’nin dağılmasının ardından ülkesindeki nükleer silahları Ukrayna törenle Rusya’ya vermişti.
Bu kapsamda pek çok ülke tarafından dünyayı nükleer bir felaketten korumak için hazırlanmış olan hemen hemen tüm ülkelerin imzalamış olduğu “Non Proliferation Treaty” yani “Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi anlaşması” özellikle gelişmiş pek çok devlet tarafından yeniden değerlendirilebilir. Bilindiği gibi bu anlaşmaya göre sadece 5 büyük devletin (ABD, İngiltere, Rusya, Çin ve Fransa) nükleer silah bulundurma hakkı vardır. Yani 1 Ocak 1967’den önce nükleer bomba yapan ülkelerle bu hak sınırlandırılmıştır.
Ancak uluslararası ilişkilerde devletler anlaşmaları gönüllü olarak imzalar. Anlaşma, imzalamayanı istisnai durumlar haricinde bağlamaz. Örneğin İsrail, Pakistan ve Hindistan bu anlaşmayı imzalamamış ve kendi güvenlik algıları uyarınca nükleer silaha sahip olma stratejilerine devam etmektedirler. Kuzey Kore imzaladığı halde anlaşmadan daha sonra çekilmiştir. İran ise anlaşmayı imzaladığı halde ek protokollerde yer alan Uluslararası Atom Enerji Ajansının kontrollerinden kaynaklı sorunlar yaşamış ve bu konuda şeffaf olmadığı ve nükleer silah üretme arzusunda olduğu noktasında eleştirilmiştir.
Bu anlaşma aynı zamanda nükleer silaha sahip olan ülkelere de belli sorumluluklar yüklemektedir. Başkalarını tehdit etmemek ve nükleer gücün barışçıl amaçlarla kullanımında diğer ülkelerle iş birliği yapmak veya bu silahları satmamak gibi. İşte bu noktada, Putin’in bu tehdidinden sonra, ya diğer ülkeler de nükleer silah edinme yolunu seçerlerse? Diğer diktatör rejimler de nükleer silah yarışına girip buradan kendilerine bir pay çıkarmak isterlerse? Kısacası bu durum bir domino etkisine neden olabilir mi? Günümüz dünyasında nükleer silah yapma yolunda uygun materyal üretmek için gereken zenginleştirme veya yeniden işleme merkezlerine sahip on üç ülke olduğu değerlendirilmekte. Yani istenildiği ve kaynak ayrıldığı takdirde bu ülkelerin de nükleer silah sahibi olmaları çok da uzun sürmeyecektir.
Diğer yandan mevcut askeri doktrinlerde esas sonucun nihai kara harekatıyla alınacağı yazar. Olası büyük çaptaki bir kara harekâtının sonuçlarını kestirmek ise oldukça güç.
Birçok parametre şu an için belirsiz:
- Sivil kayıpların boyutu, uluslararası kamuoyunun etkisi, Rus iç kamuoyu baskısı ne ölçüde etkili olur?
- ABD, İngiltere ve AB süreci yavaşlatıp Putin’in güç kaybetmesini mi tercih eder?
- Çin arka planda Rusya’ya destek olur mu?
- AB ordusu projesinden hiç de hazzetmeyen ABD bu sayede bölgede etkinliğini artırmak için her zaman kendisine ihtiyaç duyulmasını mı tercih eder?
- İngiltere güçlü mü yoksa zayıf bir AB’den yana mı?
- AB’nin yeni enerji stratejisi bundan sonra ne olur?
- Diğer diktatörler Putin’in olası gidişini kendi sonlarının başlangıcı olarak görürler mi?
- Yapılan silah desteğiyle Ukrayna Rus ordusuna ne kadar zayiat verdirebilir?
- Rusya için işler kötü giderse, Putin daha acımasızca saldırır mı?
Açıkçası tüm bu soruların cevaplarını bilmiyoruz, sadece tahmin yürütebiliyoruz. Bize ulaşan her türlü bilgiye şüpheyle bakmak durumundayız. Boyunu aşan yorumlar yapanların TV’lerde ne kadar yanıldıklarına ve komik durumlara düştüklerine ise Saddam ve Kaddafi dönemlerinden beri yakinen şahidiz. Ancak görünen o ki Batı dünyası Rus halkını da rahatsız edecek derecede sert yaptırımlarla hem uluslararası arenada Rusya’nın gücünü kırmayı hem de Putin üzerindeki iç kamuoyu baskısının artmasını hedeflemekte. Bunda şu an için başarılı olunduğu görülüyor.
Rusya’nın kayıplarını kendi halkına nasıl açıklayacağı ise merak konusu. Kısaca başka ülkeyi işgale giderken ölen genç askerlerin ailelerine hangi mantıklı açıklama yapılacak bilmiyoruz. Ancak görünen o ki ekonomik ve siyasi kayıplar yüzünden Rusya’nın askeri zaferinin bir “Pirus zaferine”[i] dönüşme ihtimali mümkün. Son olarak şunu belirtmekte fayda var: Herkes karşısına çıkan seçenekler içerisinden kendine en faydalı olanı yani en mantıklı olanı seçmeye çalışır. Sonuçta da olumlu bir netice bekler. Maalesef insan hayatı bu kadar basit işlemez ve her zaman mantıklı kararlar olumlu sonuç getirmez. Ancak insanın mantıklı karar almaktan başka çaresi de yoktur. Akıllı bir insan bilerek ve isteyerek zarara girmez. Bunun yanında bir de mantıksız kararlar alan ve bu kararlarıyla kendine ve başka insanlara zarar verenlerin mevcudiyeti ayrı bir konu. Bir de bu insanlar ülkelerin kaderinde söz sahibi kişiler olunca sıkıntılar da kaçınılmaz olarak büyük oluyor.
[i] Pirus Zaferi: Kazanılan zaferin verilen kayıplardan sonra anlamsız hale gelmesini ifade eder.