ABD ve NATO birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban’ın bölgede gücünü artırması, ülkelerindeki güvensizlik ortamı ve yoksulluğa rağmen şimdiye kadar ülkelerini terk etmeyip hayata tutunmaya çalışan Afgan vatandaşları da göç etmeye zorlamakta. Ancak bu zorunlu göçün neden olduğu insani mağduriyetler uluslararası arenada göz ardı edilerek ve bir bakıma da Afganların sığınma ve korunma ihtiyaçlarının karşılanması sorumluluğundan kaçınılarak, durumun oluşturacağı güvenlik problemi ya da bu göçün kontrol altına alınması gerekliliği tartışılıyor. Evet, devletlerin ister kendi vatandaşlarını koruma ve onların yaşamlarını ve üretkenliklerini devam ettirme kaygıları ile, ister kendi devlet politikalarını uygulama maksadıyla dışarıdan gelebilecek tehditleri önlemek için bu zorunlu göçü tehlike olarak değerlendirmeleri Afganların hayat mücadelesini daha da zorlaştırıyor.
Batılı devletlerin mevcut yönetim politikalarını Fransız düşünür Michel Foucault’un “Yönetimsellik ve Biopolitika” (Governmentality and Biopolitics) yaklaşımına dayandırarak başlayabiliriz. Foucault’nun yönetimsellik politikasına göre devlet, kendi varlığının devamlılığını sağlamak ya da kendi sınırlarını koruyabilmek için sahip olduğu nüfusun üretkenliğinin de devamlılığını sağlamak zorundadır. Bu da onların sağlık yaşam, güvenlik ve refah ihtiyaçlarının sağlanması ile mümkündür. Bu sebeple devlet, hastaneler, hapishaneler, okullar ve karakollar yoluyla nüfusunu kontrol altında tutar ve kurumsal bekasını sağlamayı hedefler.
Bir diğer teorik yaklaşım olan “göçün güvenlikleştirilmesi” nden (securitisation of migration) de burada bahsetmek gerekmektedir. Göçün güvenlikleştirilmesi kavramı, politikacıların ve devlet yöneticilerinin söylemlerinde göçün tehdit olarak tartışılması, bu tehdidin kontrol altına alınmasını amaçlayan kontrol mekanizmaları ve yasaların üretilmesi safhalarını kapsayan bir süreçtir. Bu süreçte bir yandan ülkelerde sözü geçen yöneticilerin ve politikacıların toplum nazarında tehdit olarak kabul görmesine yol açacak şekilde bu konuyu sürekli gündemde tutmaları, alınacak önlemler için zemin oluşturmakta, toplumun ve göçün kontrolünü kolaylaştırmaktadır. Tekrar Foucault’nun yaklaşımına dönersek; onun ‘yönetimsellik’ yaklaşımını göçün idaresi ve kontrolü ile kesiştirdiğimizde, “göçün güvenlikleştirilmesi” kavramının teorik olarak hangi kaygılarla ortaya çıktığını yorumlayabiliriz. Maksat; hem kendi vatandaşını kontrol altında tutma hem dışardan plansız bir biçimde gelen ve tehdit olarak algılanan göçmenleri kontrol altında tutmadır.
*****
Evet, batılı devletler kendi vatandaşlarını korumak, onların huzur ve refahını sağlamak ve dolayısıyla nüfusun üretkenliğinin devamını sağlamak maksadıyla göçü kontrol altına almak istiyor. Bu hedef doğrultusunda göç politikasını yönlendiriyor, yasalar çıkarıyor ülke sınırlarını korumaya yönelik adımlar atıyorlar. Hatta göç dalgasının kendi sınırlarına ulaşmadan durdurulabilmesi için üçüncü ülkelerle antlaşmalar yapıyorlar. Nitekim Avrupa Birliği, 2015 yazında Suriyeli göçmen krizi esnasında verdiği sınavda başarısız oldu ve o zamana kadar izlemiş olduğu göç politikasının teorideki gibi işlemediğini gördü.
Bu problem hala çözülememiş olsa da;
- Eylül 2020’de yayınlanan Avrupa Birliği Göç Paketi,
- Avrupa Birliği Sınır Güvenlik Birimi’nin (FRONTEX) Akdeniz açıklarında ve Türkiye-Yunanistan kara ve deniz sınırlarındaki faaliyetleri,
- Yunanistan’ın Türkiye kara sınırında güvenliği artırma çabaları (5 m yüksekliğindeki çelik duvar inşası, teknolojik donanımın güçlendirilmesi ) ve
- AB-Türkiye arasında 2016 yılında imzalan ve devamlılığı ilave müzakerelerle sağlanan anlaşma,
AB’nin göç sorununu kendi geleceğine ve güvenliğine dönük kaygılarla çözme gayretinin yetersiz çabalarının sonuçlarıdır.
Avrupa ülkelerinin Afgan göçüne yaklaşımı da aynı doğrultudadır. Yani kendi vatandaşlarının refahını devam ettirme kaygılarını öncelemektedir. Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un ‘Eğer insanlar kaçmak zorundalarsa, herkesin Avusturya, Almanya ya da İsveç’e gelmesindense, Türkiye gibi komşu ülkeleri ya da Afganistan’ın güvenli bölgelerini kesinlikle daha doğru yer olarak görüyorum,’ söylemi bunu açıkça ortaya koymaktadır. Aynı şekilde Taliban’ın etkinliğini ve bölge halkına olan baskısını artırmasına rağmen Avrupa ülkeleri daha önceden sığınma talepleri olumsuz sonuçlanan Afganistan uyruklu insanları sınır dışı etme faaliyetlerini durdurmadı.
Sivil toplum kuruluşlarının baskısı karşısında durumu ciddiye almak zorunda kalan Almanya Federal Hükümeti ancak 11 Ağustosta bu politikadan caydı. Hemen ardından Hollanda ve Fransa da Afganlar için iade politikalarından caydılar. Yani bu tarihe kadar AB ülkeleri bölgede meydana gelen olayları görmezden gelerek Afganistan’ı “güvenli ülke” kabul ediyordu. Bu noktada AB ülkelerinin göç politikasını “devletin bekası için kendi vatandaşını yaşatırken, tehdit olarak görülen yabancıların yaşama haklarını pek de önemsememe” olarak özetleyebiliriz.
Türkiye’nin bu göç dalgalarındaki rolü ve yaklaşımını da bir sonraki yazıda ele alalım.