Göç ve mültecilik kavramları bağlamında politika üretiminde ortaya konan ideolojik yaklaşımların yaşanan sorunlara hiçbir çözüm kapısı açmadığını dünya defalarca test etti. Göç her şeyden önce sosyolojik bir kavramdır ve meselenin psikolojik, siyasal, ekonomik, kültürel boyutları da dahil olmak üzere hangi yönünü ele alırsak alalım sosyolojinin disiplinlerine ve sosyologların yaklaşımlarına dikkatle kulak kabartmak zorundayız.
09 Ocak 2017’de vefat eden son dönemlerin en önemli sosyologlarından birisi olan Zygmunt Bauman, ölümünden birkaç ay önce (23 Temmuz 2016) El Cezire TV kanalında yayınlanan röportajında bugün yaşananlara da ışık tutan çok önemli değerlendirmelerde bulunmuştu. Bu yazımızda Bauman’ın El Cezire röportajında dikkat çektiği hususların bir kısmına atıf yaparak göçe maruz kalan ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunlar etrafında bazı değerlendirmelerde bulunacağız.[i]
Mülteciler Yoksul İnsanlar mı?
Bauman, öncelikle son yıllarda Avrupa’ya göç eden insanların niteliklerine mercek tutuyor: “Günümüzde Avrupa’ya gelen mülteciler ekmek ve sudan yoksun olduğu topraklardan göçen aç kimseler değiller. Söz konusu mülteciler, geçmişte yaşadıkları yerden ve toplumdaki konumlarından gurur duyan kimselerdi.”
Bu isabetli tespit, başta göçe maruz kalan ülkeler tarafından olmak üzere bir kenara not edilmelidir. Aksi takdirde ortaya çıkan göç manzarası, bütün mültecileri açlık ve sefalete boyun eğen kalabalıklardan oluşan sığınmacı topluluklara indirgenmiş olur ki bu doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım sadece, söz konusu topluluklar için basit ve idare eder seviyede yaşam alanları oluşturulmasıyla yetinilmesi düşüncesine hizmet eder.
Politika üreticiler meseleye sadece ekonomik yoksunluktan kaynaklanan nüfus hareketi olarak bakarlarsa, doğal olarak bundan daha kuşatıcı bir yaklaşım sergilenmesini beklemek safdillik olur. Zira mültecilerin kayıpları, beslenme ve gıda ihtiyacını karşılamanın çok daha ötesindedir. Bauman bu durumu şöyle özetliyor: “Mevcut durumda hepsi birer sığınmacı konumunda. Evlerini, toplumdaki konumlarını ve hayatları boyunca elde etmek için çaba sarf ettikleri her şeyi kaybettiler. Nihayetinde ise buraya (Avrupa’yı kastediyor) geldiler.”
Kurtlar Sofrası
Ortaya çıkan durumun vahametinin zannedildiğinden çok daha büyük olduğu kesin. Peki;
- Ülkelerin yöneticileri samimiyet testinden geçmiş bir farkındalığa sahipler mi?
- Göç politikalarıyla ilgilenen bürokratlar yaşanan dramı ve trajediyi objektif olarak ortaya koyabilmekteler mi?
- Ülkeler, çözüm bekleyen sorunlarını kaydettikleri ajandalarında kalın harflerle yer bulan “göç” maddesini hem devlet hem toplum hem de mülteciler açısından hayatın olağan akışı içerisinde her an yüzgöz olunan bir mesele olarak ele alabiliyorlar mı?
Bu sorulara açık ve net bir şekilde pozitif cevaplar bulunmalıdır. Aksi takdirde sorunun yönetilmesi toplulukların inisiyatifine bırakılmış olur ki bu durumda da mülteciler, içerisinde nefes alıp vermek zorunda kaldıkları ve yabancısı oldukları toplumun sokak yasalarına ve o sokaklardaki ideolojik kışkırtmacılığın acımasızlığına terk edilmiş olurlar.
Precariat: Güvencesiz Sınıf
Bauman bu noktada mültecilerin yaşadığı bu önemli sorunu “precariat” kavramı ile açıklıyor: “Peki (mülteciler) burada (Avrupa’da) ne ile karşılaştılar? Daha önce de söz ettiğim “precariat” yani “güvencesiz sınıf” kavramıyla. Precariat, anksiyete ve kaygı içinde yaşamaktır. Precariat’ı tanımlayan en ayırt edici özellik budur. Bu kavram Fransızcadaki precarite kelimesinden doğmuştur. Çalakalem bir tercüme yapmak gerekirse bu ifade kaygan zemin anlamına gelir. Ayağınızın bastığı sağlam bir zemin olmaması demektir.” Ülkesini terk edip başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan bir insanın ya da toplulukların ayağını basacak sağlam bir zemine sahip olmaması sadece kendisi açısından değil bulunduğu ülke açısından da ciddi bir can ve toplum güvenliği sorunudur.
Bu sorunu aşmayı tek başına mülteci bireyden beklemek sağlıklı bir yaklaşım değil elbette. Hükümetlerin ince eleyip sık dokuyarak oluşturacakları entegrasyon politikaları ile mültecilerin önce psikolojik olarak “güvencesiz sınıf” düşüncesinden sıyrılmaları sağlanmalıdır. Sonrasında hükümetlerin uygulayıcısı ve takipçisi olacakları somut çözümler vadeden gerçekçi yaklaşımlarla toplumsal hayatın içerisinde güvenlikli bir yer edinmeleri için merkezi ya da adem-i merkezi politikalar geliştirilmelidir.
Hazım Sorunu
Madem ki göç günümüz dünyasının öne çıkan gerçekliklerinden birisi, o halde hükümetlerin bu gerçekliği dikkate alan kısa vadeli çözümlerle yetinmeyip uzun vadede önü alınamaz sorunlar yumağına dönüşmesine fırsat vermeyecek biçimde politikalar üretmesi gerekmektedir. Zira ortaya çıkan sorun sadece göç edilen yerin şartlarından kaynaklanmıyor, aynı zamanda mülteciler de bireysel (psikolojik, sosyal ya da maddi) bir sorunlar ajandasına sahip olarak ve her geçen gün sayıları artarak yeni yerleşkelerine varıyorlar.
Nitekim Bauman da bu gerekliliğe şu sözleriyle parmak basıyor: “Suriye ve Libya gibi ülkelerden insanlar Avrupa’ya geliyorlar. Gelirken de yanlarında kötü haberler getiriyorlar. Karşı karşıya oldukları tehditleri uzak ülkelerden alıp, ta arka bahçemize kadar taşıyorlar. Birdenbire yanı başımızda beliriyorlar ve görmezden gelip kafamızı çevirme şansımız olmuyor. Bunu yapmamız mümkün değil çünkü çok göze batıyorlar ve çok fazlalar. Burada değillermiş gibi davranamayız. Tüm kaygılarımızın vücut bulmuş hali gibiler ve giderek daha da belirginleşiyorlar. Daha dün kendi ülkelerinde oldukça güçlü ve bahse varım ki mutlu insanlardı. Aynı bugün bizlerin burada olduğu gibi. Ancak bakın bugün ne oldu. Ne bir evleri ne de bir geçim kaynakları var, dileniyorlar. Bana kalırsa bu şok etkisi henüz sadece bir başlangıç. Bu durumu hazmedip ayak uydurmaya çok uzağız.”
Evet ortaya çıkan gerçekliği hazmetmek hem hükümetler hem de yerel toplumlar açısından hiç de kolay değil. Bunun için bir sürece ihtiyaç var. Bu sürecin uluslararası kuruluşlar, hükümetler, merkezi ve yerel yönetimler tarafından çok iyi bir şekilde yönetilmesi gerekiyor.
Ülkelerin kapısına dayanmış olan göçmen sorununu bir tehdit olarak görmek de mümkün bir fırsat olarak da. Bu tamamen hükümetlerin konuya dair geliştirecekleri politikalar bağlamında şekillenecek bir husus.
Çaresizlik
Sebebi ne olursa olsun nihayetinde göçün en karakteristik özelliği içerisinde bir “çaresizliği” barındırıyor olmasıdır. İnsanlar doğup büyüdükleri ya da uzun zamandır ikamet ettikleri yurtlarında içine düştükleri çaresizliklerden ötürü göç etmek zorunda kalıyorlar. İster süper güçlerin nüfus hareketlerini bir savaş stratejisi olarak kullanmaları hevesiyle ortaya çıksın, ister diktatörlerin zulmünden kaçıp kurtulma motivasyonuna dayansın nihayetinde göç eden de göçmenleri misafir eden de hem maddi hem manevi bir külfeti sırtlanmış oluyor. Tabir yerindeyse iki taraf da kendi açısından bir mağduriyet yaşamış oluyor.
Burada mağduriyetleri ve acıları yarıştırmanın hiç kimseye bir fayda sağlamayacağı aşikâr. Bunun yanında sorunları aşmanın bir yöntemi olarak hükümetler tarafından alınan klasik tedbirlerle yetinmeyip, göç kavramının kazandığı yeni anlamları da dikkate alarak hibrit politikalar geliştirilmesi zorunlu görünüyor. Belki bu noktada standart resmi uygulamalar ve mültecilere dikte edilen entegrasyon uygulamalarıyla yetinilmeyip, mültecilerle iç içe yaşamak zorunda bırakılan yerel toplulukların ortaya çıkan yeni duruma entegre edilmeleri yönünde hibrit tedbirler geliştirilmesi üzerinde ısrarla ve öncelikle durulmalıdır.
Nitekim son olarak Ukrayna-Rusya savaşıyla ortaya çıkan göç dalgasından sonra önce fısıltıyla ve şimdi ise yüksek sesle konuşulan mülteciler arasında ayrım yapıldığı iddiaları yaklaşmakta olan güvenlik sorunlarının ayak sesleri olarak nitelenebilir. Ayrımcılık iddiası ister yöneticilerin tutumundan ister halkın bakış açısından isterse de mültecilerin yanlış değerlendirmelerinden kaynaklansın fark etmez. Her halükârda mesele önyargıların tahakkümünde, misafirperverlik ile şeytanlaştırma arasındaki bir noktaya, kontrol edilemeyecek bir biçimde savrulabilir.
Empati Ama Nasıl?
“Kapımızdaki yabancıların” düşman mı dost mu olduğuna dair bir niteleme çözümü zorlaştıracak, belki de imkânsız hale sokacaktır. Bunun yerine “empati” vurgusuna dikkat çekip Bauman’ın ifadelerini sonsöz olarak buraya not etmek istiyorum: “Misafirperverliğin sınırları sonsuz değildir. Ancak insanların acıya tahammül eşikleri de sonsuz değildir. Bu sebeple de empati yapmaya çalışmalıyız. Ama ne yazık ki burada koca bir ‘ama’ demek zorundayız. Ama bu durumun üstesinden gelmek için herhangi bir kestirme ya da anlık çözüm mevcut değil. Diyalog oldukça uzun bir süreç. Bir anlayış inşa edebilmek için belki kuşaklar geçmesi gerekebilir. Bu sebeple de oldukça zor zamanların yaklaşmakta olduğu gerçeğine kendimizi hazırlamalıyız.”
[i] Röportajın kısaltılmış ve Türkçe altyazı eklenmiş bir versiyonu bu linkten izlenebilir.