Putin’in Ukrayna’ya başlattığı askerî harekât dünya barışını, güvenliğini korumak ve devletler arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan en önemli uluslararası örgüt olan Birleşmiş Milletlerin (BM) de yapısını yeniden tartışmaya açtı.
Bu konuda en ses getiren çıkışlardan biri geçtiğimiz günlerde Papa Franciskus’tan geldi.
İtalyan La Stampa gazetesi, Papa’nın yeni çıkacak “Size Tanrı adına soruyorum: Umut dolu bir gelecek için 10 dua” adlı kitabından bazı bölümler yayımladı.
Papa Franciskus’un Değerlendirmesi
Küresel çapta barış ve güvenlikten konuştuklarında burada ilk düşünmeleri gereken kurumun BM ve özellikle BM Güvenlik Konseyi olduğunu belirten Papa, “Ukrayna savaşı bir kez daha belirgin biçimde, mevcut çok taraflı yapının çatışmalara daha atik ve etkili çözümler bulmasının gerekli olduğunu gösterdi.” ifadelerini kullandı. Papa Franciscus, savaş dönemlerinde daha fazla çok taraflılığa ihtiyaç olduğunun altını çizdi.
BM’nin, insanlığın 20. yüzyıl başında yaşadığı iki büyük savaşın dehşetini tekrar yaşamamasına yönelik bir anlaşma üzerine inşa edildiğine dikkati çeken Papa, “Bugünün dünyası, artık eskisi gibi değil. Bu yüzden, bu kurumları var olan gerçekliğe, mümkün olan en geniş uzlaşmayla en verimli yanıtı verecek şekilde yeniden düşünmek gerekiyor.” yorumunu yaptı.
Katoliklerin dinî lideri Papa Francis, daha önce de benzer konulara değinmişti. Mesela 2015 yılında 70. BM Genel Kurulu’na hitap etmiş ve yoksulluk, savaşlar ve çevre sorunlarına dünya liderlerinden daha fazla çaba beklediğini söylemiş ve BM’nin bir reforma ihtiyacı olduğuna dikkat çekmişti.
Bu konuşmasında, küresel sorunlarda tüm ülkelerin karar alma sürecine eşit katılımını savunan Papa Francis, yoksulluk ve eşitsizlikle etkin mücadele için, başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) ve finansal kurumları olmak üzere, BM’nin reform sürecine girmesine ihtiyaç olduğunu söylemişti.
Çoğulculuk ve güç sınırlaması kavramlarına vurgu yapan Papa, “BM kuralları, çıkarlara uygun düşünce uygulanan aksi halde ise kaçınılan bir araca dönüşürse kontrolsüz güçler korumasız insanlara büyük zarar verir” diye de ayrıca belirtmişti.
Almanya’nın Yaklaşımı
Oysa ki BM ne ideallerle kurulmuştu. Savaşın tüm acılarına yakından şahit olmuş insanlar şüphesiz barışın önemini de en iyi bilenlerdi. Örneğin Willy Brandt’ın 1973 yılında ilk Alman Başbakanı olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda gerçekleştirdiği konuşma Almanya için büyük bir andı.
Federal Almanya Cumhuriyeti – ve eşzamanlı olarak Demokratik Almanya Cumhuriyeti – İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkıma ve Almanya’nın sergilediği saldırgan girişimlere karşı kurulmuş olan bu milletler topluluğuna katıldı. BM’ye kabul edilmek, yeniden uluslararası toplumun bir parçası haline gelmenin en önemli işaretiydi. Brandt duygu yüklü konuşmasında şunları dile getirmişti: “Giderek herkesin daha çok birbirine ihtiyaç duyduğu ve birbirine bağımlı hale geldiği bir dünyada kimse kendini barış politikasının dışında tutamaz.”
Üstünden 40 yılı aşkın bir süre geçmişken bu sözler günümüzde de güncelliğinden herhangi bir şey yitirmemiş durumda. Ayrıca BM’nin neden Alman dış politikasının temel unsurlarından biri olduğunu da çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü bu kurum – kimi eleştirilere rağmen – yokluğu halinde uluslararası toplumun doğrudan ulus devletlerin hakimiyetindeki 19. Yüzyıla döneceği bir uluslararası düzen yapısı sunuyor. Almanya da BM’in parçası olduğundan bu yana savaş ve barışa ilişkin meselelerde bu düzen yapısını temel alarak onu takip etmektedir.
Bu bağlamda Almanya gerek demokratik kurumlarıyla gerek ekonomik gücüyle gerekse de uluslararası barışın korunmasına sağladığı büyük katkılarla BM’nin fonksiyonlarını yerine getirmesinde en fazla rol oynayan ülkelerden biridir.
Bu kapsamda, ABD’nin ardından BM sistemine gönüllü katkıları dahil en fazla fon sağlayan ikinci ülke olan Almanya, küresel arenadaki konumu gereği konseyde daimî üye olarak temsil edilmek istiyor ve reform talep ediyor.
BM’nin Son Yıllarda Giderek Pasifleşen Tutumu
BM her zamanki gibi bugün de uluslararası arenada meydana gelen tüm problemlerde kendisinden çözüm üretmesi beklenen baş aktördür. Ancak son yıllarda BM’nin uluslararası arenada giderek pasifleştiği de görülmektedir. 1982-91 yılları arasında görev yapan Javier Pérez de Cuéllar, 1992-96 yılları arasında görev yapan Boutros Boutros-Ghali ve 1997-2006 yılları arasında görev yapan Kofi Annan gibi isimler BM Genel Sekreterleri olarak oldukça etkin görevler ifa ettiler. Global anlamda politikaya yön verdiler. Dünya barışı adına etkin bir şekilde çalıştılar. Kofi Annan dönemindeki ABD’nin Irak harekâtı gibi bazı konularda şiddetli biçimde eleştirilseler de aktif bir politika izlemeye çalıştıkları yadsınamaz. Ancak takip eden yıllarda sırasıyla Ban Ki Moon ve David Guterres dönemlerinde ise BM özellikle 2007 yılından itibaren çok pasif bir tutum izlemeye başladı. Sonucunda da BM, çok büyük bir potansiyele sahip olsa da etkisi çok az olan sembolik bir kurum gibi algılanmaya başlandı.
Diğer yandan bu dönemde dünya yeniden oldukça önemli problemler yaşamaya başladı. Avrupa kıtası da dahil pek çok ülkede diktatörlükler bir kez daha sahneye çıkmaya, yeniden soğuk savaş rüzgarları esmeye başladı. Mülteci hareketleri inanılmaz boyutlara ulaştı. Soykırımı andıran pek çok örnek ve ekonomik olarak iflas derecesine ulaşan ülkeler ortaya çıktı. Diktatörler, halkları açken yeniden saraylarda yaşamaya başladı. Kapitalizm doymak bilmeyen vahşi bir boyuta ulaştı. Adeta modern bir kölelik anlayışı başladı ve sonucunda doğal kaynaklarda ve tabiat düzeninde bozulma ve beraberinde küresel ısınma ile birlikte birçok sorun ortaya çıktı. Tabi ki, tüm bu sorunların kaynağı olarak sadece BM’nin pasif tutumunu göstermek çok iddialı olur. Fakat bir dereceye kadar katkısının olduğu da aşikardır.
ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dan oluşan beş daimî üyenin sahip oldukları veto hakkının 21. Yüzyılın güç dengelerini yansıtmadığı düşüncesiyle, Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde bir reform gerçekleştirilmesine yönelik uzun yıllardır sürdürdüğü çabalar da bu doğrultudaki bir göstergedir.
Gelecekte nasıl bir dünya düzeninin bizi beklediğini tam olarak bilemiyoruz, ama mevcut durumu şu örnekle de açıklayabiliriz sanırım.
Rusya’nın 2022 yılı şubat ayında başlayan Ukrayna Harekâtı nedeniyle Ukrayna için acil toplanan BMGK toplantısı tarihe geçecek ilklerin yaşandığı bir oturum oldu. ABD ve Arnavutluk tarafından konseye sunulan karar tasarısı Rusya’nın vetosuyla reddedildi. Ancak toplantıyı enteresan kılan, kendisine karşı yapılan bu toplantıya Rusya’nın başkanlık yapmasıydı.
Bu oturumda Ukrayna’ya saldıran Rusya’nın, mümkün olan en güçlü ifadelerle kınanması, düzenlediği askeri harekatın da BM Sözleşmesi’nin 2. maddesinin 4. paragrafına aykırı olduğunun vurgulanması yönündeki karar tasarısını daimî üye Rusya veto etti. 15 üye ülkenin katıldığı oylamada, 11 oy tasarı lehine verildi. Oylamada, ABD, Fransa, İngiltere, Arnavutluk, Brezilya, Gabon, İrlanda, Meksika, Norveç, Gana ve Kenya karar tasarısına evet derken Çin, Hindistan ve Birleşik Arap Emirleri çekimser kaldı.
Bunun üzerine toplanan BM Genel Kurulu oy çokluğuyla aldığı kararda, Rusya’yı Ukrayna’daki harekât nedeniyle kınadı. Ancak hepimizin bildiği gibi BM’nin mevcut yapısı nedeniyle herhangi bir etkisi de olmadı.
Sonuç olarak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, BM’nin son yıllardaki bu pasif tutumu ne yazık ki bir realite. Ancak dünyanın önde gelen politika yapıcılarının sessizliği bir tesadüf olamaz. Acaba bu görece sessizlik önemli bir değişimin mi habercisi? Kısacası dünya yavaş yavaş yeni bir politik düzene mi hazırlanıyor? Yoksa Rusya’nın Ukrayna harekâtı da tıpkı 11 Eylül saldırısı sonrasında olduğu gibi uluslararası ilişkilerin tüm dinamiklerini temelden mi değiştirecek? Öğrenmek için çok da beklemeyeceğiz gibi görünüyor.
BM Yapısında Ne Gibi Bir Değişiklik Öngörülebilir?
Bu noktada BM yapısında ne gibi bir değişiklik öngörülebilir?
Mesela Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyinden çıkarılabilir. Buna gerekçe olarak Rusya’nın BM kuruluş antlaşması ve ilkelerini açıkça ihlal etmesi gösterilebilir. Zaten aslında Güvenlik Konseyinin asıl üyesinin Sovyetler Birliği olduğu, Rusya Federasyonu’nun ise Sovyetler Birliği’nin tek mirasçısı gibi bu koltukta oturmasının doğru olup olmadığı yıllardır tartışılan bir konu.
Diğer değişiklik düşüncesi yeni bir üyenin Güvenlik Konseyine daimî üye olarak katılımıdır ki, son yıllarda bu konudaki niyetini doğrudan veya dolaylı dile getiren en önemli ülke Almanya’dır. Nitekim 2020 yılı sonunda Almanya’nın iki yıl süren Güvenlik Konseyi geçici üyeliği biterken Dışişleri Bakanı Heiko Maas bu niyetlerini açıkça ifade etmişti.
Ancak 2019-2020 yılları arasındaki Güvenlik Konseyi geçici üyeliği süresince Alman diplomatlar politikaları nedeniyle takdir edildiği kadar eleştiri de aldı. Mesela ticari ilişkileri ile politik ilişkileri arasında izlediği denge politikası yüzünden oldukça eleştiri alan ve dünya çapındaki pazar payını kaybetmemek için pasif kaldığı gerekçesiyle eleştirilen Almanya bu sorunu aşmak zorundadır. Çin veya Türkiye gibi pek çok ülkedeki açık insan hakları ihlallerine karşı pek çok zaman sessiz kalmakta veya çok hafif bir kınamayla konuyu geçiştirmektedir. Diğer yandan İsrail’i kınayan bazı kararlardaki tutumu nedeniyle Yahudi lobilerince şiddetli biçimde eleştirilmiş, hatta tutumunun “Anti-Semitizm”i andırdığı iddia edilmiştir. Hatta bu eleştiriler zaman zaman o kadar şiddetlenmiştir ki, Almanya’nın BM Büyükelçisi Christoph Heusgen, merkezi Amerika’da bulunan Yahudi Lobi kuruluşu Simon Wiesenthal Center tarafından 2019 yılında dünyanın en önde gelen 10 Yahudi aleyhtarı (orijinal tabiriyle: One of the world’s top 10 anti-Semites) arasında gösterilmiştir. Bu kapsamda Almanya’nın bu önyargıları kırıp özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde etkin konumda olan Yahudi lobilerinin desteğini kazanıp kazanamayacağının da önemli bir belirleyici olacağı değerlendirilebilir.
EK :
BM Kuruluş Antlaşması md.2/3, 2/4
2/3. Tüm üyeler, uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını, uluslararası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde, barışçı yollarla çözerler.
2/4. Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.