Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin M5 dergisine bir röportaj verdi. Terörle mücadele konusunun ön planda tutulduğu röportajdan bazı bölümleri dikkatinize sunarak Jandarmanın son 6 yılda geldiği noktayla ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Orgeneral Çetin röportajda şunları söylüyor:
“Gerek Jandarma gerek Polis gerekse Sahil Güvenlik Teşkilatlarımızın içerisindeki FETÖ’cülerin temizlenmesi ile birlikte terörle mücadelede büyük başarılar sağlanmıştır. Türkiye, 15 Temmuz sonrası terör örgütleri ile mücadelede yeni bir konsepti hayata geçirmiş ve bunun meyvelerini kısa sürede toplamaya başlamıştır. Bu yeni konseptle birlikte terör kaynağında aranarak tespit edilmiş, neticesinde etkisiz hale getirilmeye başlanmıştır.”
“Terörü kaynağında bularak yok etmeye, yaz ve kış aralıksız gerçekleştirilen operasyonlarla mücadeleye kesintisiz devam edilmesine dayanan terörle mücadele stratejimiz çok başarılı sonuçlar vermiştir. Kurumlar arası istihbarat paylaşımının güçlendirilmesi, insan istihbaratına dayalı nokta operasyonlar, SİHA-İHA’lar ile foto kapanların etkin kullanımı ile personelin özverili bir şekilde çalışmasının sonucu olarak terör örgütlerine büyük darbe vurulmuştur.”
“Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde terörle mücadele stratejimize kendine özgü “TÜRK DOKTRİNİ” demek doğru olacaktır.”
Jandarma Genel Komutanlığı, 29 Temmuz 2016 tarihinde bir kanun hükmünde kararname ile TSK’dan tamamen ayrıldı ve İçişleri Bakanlığına bağlandı. Jandarma kaynaklı bir general orgeneralliğe terfi ettirilerek Jandarma Genel Komutanı olarak atandı.
Yıllardır şikâyet edilen çok başlılık bitmiş, Jandarmanın emniyet ve asayiş hizmetlerinde çığır açmasına engel olacak bütün engeller ortadan kalkmıştı. Beklentiler emniyet ve asayiş hizmetlerinde insan odaklı yaklaşımların gelişeceği, denetlenebilir, hesap verelebilir, şeffaf, personel kalitesinin üst seviyede olduğu bir teşkilata dönüşmenin önünün açılacağı yönündeydi. Ayrıca emniyet asayiş hizmetinin sunulmasında kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı ile insan hak ve özgürlükleri noktasında hak ihlallerinin minimum seviyeye ineceği umulmuştu.
Ancak uluslararası bağımsız raporlara göre Türkiye son 6 yıldır kolluk teşkilatlarının görev ve sorumluluk alanına giren olayları önlemede devamlı geriliyor. Röportajda bu konuların konuşulmamasını şahsen yadırgadım. Türkiye’nin 50 yıldır kanayan yarası PKK terörüne karşı yürütülen mücadele üzerinden bir PR çalışması yapılmasını anlayabilirim. Nitekim PKK ile mücadele üst düzey güvenlik bürokrasisi tarafından her dönem reklam aracı olarak kullanılmıştır. Ancak son zamanlarda sanki tek görevi bölücü terör ile mücadele olan bir jandarma profili ortaya konmakta. Bu yönelimin siyasi bir tercih olduğunu düşündürecek çok emare olması da kaygı verici bir durum.
Orgeneral Arif Çetin, 50 yıla yaklaşan PKK ile mücadele tarihinin en başarılı dönemi olarak kendi dönemini överken TSK, Jandarma, Emniyet, MİT eşgüdümünde “ara bul yok et” ve “alan hâkimiyeti” doktrinine dayalı olarak sürdürülen terörle mücadelenin bir “Türk doktrini” olarak değerlendirilebileceğini vurguluyor.
TSK’nın PKK ile mücadelede benimsediği “ARA BUL YOK ET” ve “ALAN HÂKİMİYETİ” temel doktrinini silahlı insansız hava araçlarının (SİHA) 24 saat esasına göre her türlü hava şartlarında uçarak sağlamasını, Türk Doktrini olarak lanse etmesini iddialı bulduğumu söylemek isterim. PKK ile mücadelede SİHA kullanımının sonuçları tartışılmaz fakat bu yeni bir uygulama değil. ABD ordusu SİHA kullanmaya 2000 yılda Afganistan’da başladı. TSK 40 yıldır alan hakimiyeti üstünlüğünü sağlamak için binlerce üs bölgesi kurdu, yüzbinlerce pusu faaliyeti ve operasyon icra etti. Bu faaliyetlerde binlerce şehit verdi. Sorulması gereken asıl soru; Neden SİHA’lara rağmen hala şehit olan personel sayısında ciddi bir azalma yok? SİHA kullanımı ile ilgili çok detaya girmek istemiyorum. Ben bu yazıyı hazırlarken PUGAT’ta Salih Ergün’ün “Terörle Mücadelede Asimetrik Tehdit Unsurlarına Karşı İstihbaratın Rolü” serisinin ilk yazısı yayınlandı. SİHA ve istihbarat konusunda ayrıntılı bilgileri bu yazı serisinde okuyabilirsiniz.
Kolluk Teşkilatlarının Vazifeleri
Kolluğun asli görevi emniyet ve asayiş hizmetleri ile kamu düzeninin korunmasını sağlamaktır. Konusu suç teşkil eden olayları gerçekleşmeden önlemek emniyet asayiş hizmetlerinin ana hedefidir.
Örnek verecek olursak sorunlu bir ilişkide bir kadının öldürülmeden önce kolluk tarafından tespit edilip kurtarılması önleyici emniyet asayiş hizmetidir. Cinayet işlendikten sonra katilin yakalanıp hukuk önüne çıkarılması tali bir başarıdır.
Kolluk teşkilatlılarının başarılı bir teşkilat olup olmadığını anlamak için önleyici hizmetlerin yanında organize suç örgütlerinin faaliyetlerine, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerine, uyuşturucu madde ticaretiyle mücadeleye, yolsuzlukla mücadeleye, cana ve mala karşı işlenen suçlara mercek tutmak gerekir.
Tabii ki hiçbir kolluk teşkilatı tek başına bu suçların üstesinden gelemez. Ülkenin adalet sistemi, toplumun eğitim seviyesi, ekonomik koşullar gibi birçok faktör suçların artmasına doğrudan etki etmektedir. Ancak bu faktörlerin varlığı kolluğun sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Şimdi sırasıyla bazı suçların son 5 yıllık seyrine mercek tutalım.
Kaçakçılık ve Organize Suç Örgütleri
Uluslararası Organize Suça Karşı Küresel İnisiyatif tarafından yayınlanan Küresel Organize Suç Endeksi‘nde Türkiye Dünya’da 12’nci sırada yer alıyor. Endekse göre Türkiye 10 üzerinden 6,89 olarak hesaplanan organize suç puanı ile Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada bulunmaktadır.
Kadına Karşı Şiddet ve Kadın Cinayetleri
Ekonomik İş birliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) 2019 raporuna göre OECD üye ülkeleri arasında kadına şiddetin en yaygın olduğu ülke Türkiye. Kadın cinayetlerine bakıldığında 2016-2020 yılları arasında işlenen kadın cinayetlerinin sayısı 2000’i geçerek Cumhuriyet tarihinin rekoru kırılmıştır.
Uyuşturucu Madde Ticareti
Türkiye hali hazırda Avrupa uyuşturucu pazarına giden ana güzergahlardan biridir. Hatta Avrupa’lı güvenlik analistlerinin son değerlendirmelerine göre, kuzey rotası Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle kapalı olduğu için Türkiye’nin Asya’dan Avrupa’ya ana güzergâh olarak kullanıldığı belirtiliyor. Avrupa’da her yıl ele geçirilen uyuşturucunun büyük kısmı son 20 yıldır Türkiye’de yakalanıyor. Bu durum 15 Temmuz’ dan sonra da değişmedi ama daha ilginç bir durum oluştu. Türkiye, Avrupa’ya giden Kokain güzergâhında yer almadığı halde rekor seviyelerde Kokain Güney Amerika limanlarındaki Türkiye’ye gelecek gemilerde yakalandı. Kolombiyalı yetkililer de uyuşturucunun Türkiye ayağı olduğunu doğruladı. Ne var ki, Türkiye’de konuya ilişkin etkin bir soruşturma veya inceleme hala yapılmış değil.
Cana ve Mala Karşı İşlenen Suçlar
TÜİK’in Kasım 2020’de yayınladığı verilere göre 2019’da ceza infaz kurumlarına 281.605 kişi girmiş. Bu sayı 2009 yılında 74.404 olarak görünüyor. Suç türü üzerinden veriler incelendiğinde, hırsızlık, cinsel saldırı suçları, uyuşturucu ve kaçakçılık alanında işlenen suçlarda patlama yaşandığı görülüyor. Misal, 2009 yılında cinayet suçundan işlem yapılan kişi sayısı 1.514 iken bu sayı 2019 yılında 6 kat artarak 9.574’e, yaralamada ise 4.5 kat artarak 34.987’ye çıkmış.
Yolsuzlukla Mücadele
Uluslararası Şeffaflık Örgütü‘nün 2021 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 180 ülke arasında 96. sırada yer alan Türkiye, 2012’den bu yana 42 basamak gerileyerek son 14 yılın en düşük puanını aldı. Hukuk sisteminin yara alması, sivil toplum ve basın üzerindeki baskılar, siyasetin finansmanına dair şeffaflık ölçümleri ve devlet ihalelerindeki şeffaf olmayan kapalı devre denetim düzeyine yönelik araştırmalar, 2021 Yolsuzluk Algı Endeksi sonuçları ile örtüşmektedir. Aslında bu şartlar altında Jandarmadan yolsuzluk operasyonu beklemek de gerçekçi bir yaklaşım olmaz.
Görüldüğü gibi tablo iç açıcı değil. Yukarıda bir kısmını verdiğim istatistiklere göre kolluk teşkilatlarının zafiyet yaşadığı rahatlıkla söylenebilir. Geçen hafta İstanbul’da bir avukat, Konya’da bir doktor cinayeti vesilesiyle emniyet ve asayiş sorunu Türkiye’nin gündemine tekrar oturdu. Asayiş sorunu nerede ise terörü aşan bir sorun haline gelmiş durumda. Jandarma okullarında “Emniyet ve Asayiş Hizmetleri” ders kitabının daha ilk sayfalarında şu soru yer alır: “Eğer ülkede Jandarma ve Polis teşkilatlarına sadece bir gün izin verilseydi ne olurdu?” Kamuoyuna açıklanan istatistikleri gördükçe; Acaba bazı günler jandarma ve polise toplu olarak izin mi veriliyor? diye düşünüyorum.