Son yıllarda Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal ve kurumsal kırılmaların bir ayağında hukukun diğer ayağında da siyasal ve bürokratik gücün dönüştürücü etkiye sahip olduğu ortada. Bununla birlikte, toplumun ve kurumların dönüşümleri aynı motivasyonlarla gerçekleşmiyor.
Toplumdaki dönüşüm, iki ana yönelime sahip…
Bir: Örneği her milletin geçmişinde görüldüğü üzere öncelikle ideolojik dayanaklardan yoksun duygusal bir milliyetçilik refleksi.
İki: Toplum hayatına etki eden ve hemen her konuda ortaya çıkan ani ve dağınık duygusal refleksler bütünlüğü.
İktidar erkini elinde bulunduran politik aktörlerin pragmatik politikalarla toplumun nabzını tutma ve ona yön verme becerisi çoğunlukla bu iki kanaldan beslenmekte. Hukuk ise geniş halk kitleleri nezdinde teknik, muğlak ve ürkütücü yapısı itibariyle bu politikanın destekleyicisi olarak işlev görmekte.
Kurumsal dönüşümün ideolojik bir farklılaşma ile gerçekleşmesi için tahammül sınırlarını zorlayacak bir zamana ihtiyaç vardır. Fakat pragmatik ve popülist siyasetçiler bu sabrı göstermek istemezler. Çünkü onların ideolojik olarak ortaya koyabilecekleri bir doktrinleri ya da sırtlarını dayayabilecekleri tutarlı bir düşünsel altyapıları yoktur.
Bu konumdaki siyasetçiler için kurumsal dönüşümü sağlamak adına en işlevsel yöntem, bürokratik hamlelerle manevra alanını genişletmek ve bu alan içerisinde “yandaş” kurumsal kadro yapısını tesis etmektir. Bunu gerçekleştirmek için iktidar buyruğuna boyun eğmiş bürokrasi ve bu buyruğa hizmet etmek üzere dizayn edilmiş hukuk aktörleri muhteşem imkânlar oluşturabilirler.
15 Temmuz bürokrasisi ve 15 Temmuz hukuku olarak adlandırabileceğimiz mekanizmalar sayesinde iktidar gücünü elinde bulunduranlar toplumda ve devlet kurumlarında arzu ettikleri dönüşümü hızla gerçekleştirmenin pratik yöntemlerini devreye soktular.
Gelinen noktada toplum, itiraz etme, hak arama gibi temel becerilerinden feragat eder bir konuma sürüklenmiş oldu. Bunun, başına açacağı belanın farkına varamadığı için de hayatın her alanında uçuruma doğru sürüklenme devam etmekte.
Kurumlar ise liyakatin ve kurumsal birikimlerin etkin kullanımına dair yetenekleri unutmaya zorlandılar. Halka hizmet anlayışının yerine baştakine hizmet anlayışı ikame edildi. Hukuku işlevsel bir sopa olarak kullanan iktidar korkutabildiklerini biat ettirdi ve bir müddet daha onlarla yola devam etmeye karar verdi. Biat etmeyenleri ise o sopayla evire çevire dövdü.
İdari ve adli mevzuat esnetilerek operasyonel bir hüviyet kazandırıldı ve soruşturmalarla, açığa almalarla, meslekten ihraçlarla, kurumsal dönüşüm için ihtiyaç duyulan manevra alanı alabildiğine genişletildi. Yapılan işin zeminini oluşturmak için ise 15 Temmuz süreci “Allah’ın bir lütfu” olarak görüldü ve hoyratça kullanıldı, kullanılmaya da devam ediliyor.
Kamuoyuna yansıtılmaya çalışılan görüntü “FETÖ ile mücadele ediliyor” şeklinde olmakla birlikte, meselenin arka planında çok farklı motivasyonlar olduğunu artık daha açık bir şekilde görme imkânına sahibiz.
Darbeci ya da darbe destekçisi diye kategorize edilip adli ve idari işlem sırasına sokulanların sonu gelmiyor. Çünkü o bağın koparılmaması gerekiyor. Koptuğu anda halk nezdindeki “FETÖ bitmedi, mücadeleye devam ediliyor” imajı yara alacak.
Evet belki geniş halk kesimleri nezdinde bu argüman hala geçerliliğini koruyor. Fakat ülkede yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmeleri okuma gayretinde olan kesimler için yapılmakta olan işin adı çoktan “kadrolaşma” olarak kondu.
Öyle ya da böyle, beğenelim ya da beğenmeyelim, ortada bir gerçek var ki Erdoğan (AKP) iktidarı, idari yönetim mekanizmasından güvenlik bürokrasisine, oradan da sivil toplum teşekküllerine kadar geniş bir yelpazede bu kadrolaşma işini kotarmak için ciddi çaba harcadı. Bu emellerinde ne derecede başarılı oldukları ayrı bir konu. Burada bizi asıl ilgilendiren husus, bu kadrolaşmanın devletin genetik kodlarında ve teamüllerinde oluşturduğu tahribatın seviyesi ve bunun nasıl tadil edilebileceğine dair bir projeksiyon oluşturup oluşturamayacağımızdır.
(Devam edeceğiz)