Bağımsız Kürt devleti fikriyle ortaya çıktı. Kurucu liderini büyük bir Kürt nüfusu destekledi…
Yazıya böyle bir giriş, hemen akıllara PKK’yı getiriyor. Ama PKK’dan bahsetmiyorum. Molla Mustafa Barzani, PKK’dan çok daha önce 1940’lı yıllarda kurduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile bağımsız “Kürdistan” mücadelesine başladı ve nispeten başarılı da oldu. Mustafa Barzani bağımsız Kürdistan devleti için silahlı mücadeleye başladıktan 30 yıl sonra 1970’te Irak devletinin, KDP’nin isteklerini kabul eden antlaşmayı imzalanması üzerine, silahlı mücadeleye son verdi. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin (IKBY) temelleri bu anlaşma ile atıldı. Bu arada bir parantez açarak Türkiye’nin resmi söylemde Irak Anayasasında geçen “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi” (IKBY) ismini kullanmadığını belirtmek isterim.
Mustafa Barzani 1976 yılında ölmeden önce küçük oğlu Mesut Barzani’nin liderlik yapmasını vasiyet etmiştir. Mesut Barzani her ne kadar lider olarak son sözü söyleme hakkına sahip olsa da abisi İdris Barzani’nin icraatlarına karşı çıkmamıştır. İdris Barzani 1983 yılında Abdullah Öcalan ile PKK’nin Kandil’e yerleşmesi konusunda 11 maddelik bir anlaşma imzalamış, KDP de bunu kabul etmiştir. İşte PKK’nin Kandil’e yerleşme süreci ve KDP ile zaman zaman çatışmaya varan sorunlar yumağı böyle bir denklemin sonucunda ortaya çıkmıştır.
PKK-KDP Çatışması
PKK, Kandil dağına yerleştikten sonra Duhok’tan Erbil’e ve oradan Süleymaniye’ye uzanan geniş coğrafyada “Medya Savunma Alanları” olarak adlandırdığı bölgede söz sahibi olmuştur. Bu bölgede bazı belediyelerle birlikte 5 bin civarında köyün kontrolü PKK’nın eline geçmiştir.
Türkiye 1983’ten 1990 yılına kadar Saddam yönetimiyle varılan anlaşmalar uyarınca Kuzey Irak’a operasyonlar yapmış ancak bölgenin, Kürtlerin denetimine geçmesinin ardından Kürt örgütlerinin özellikle de KDP’nin desteğine ihtiyaç duymuştur. 1990’lı yıllarda Mesut Barzani Türkiye’ye tam destek vermiş ve Peşmerge ile PKK arasında sıcak çatışmalar yaşanmıştır.
Bugün yaşanan gerilimin tohumlarının o yıllarda atıldığı söylenebilir.
Türkiye seçim sath-ı mailinde Irak’ın Kuzeyinde, PKK terör örgütünün konuşlandığı Metina, Zap ve Avaşin-Basyan bölgelerinde KDP ile birlikte büyük bir operasyon başlattı. Pençe Kilit adı verilen operasyon, güneyden kuzeye ilerlemesi nedeniyle bir ilk niteliğinde. Operasyon haberi kamuoyuna duyurulduktan sonra birçok farklı mecradan “PKK bir yılı aşkındır Türkiye topraklarında eylem yapmıyor, ayrıca İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu yurt içinde PKK’lı militan sayısının 100’ün altına indiğini söylüyordu. Bu operasyonun siyasi hedefi, seçim öncesi kaos ve çatışma ortamı oluşturup milliyetçilik duyguları üzerinden muhalefetin yıpratılması ve HDP seçmeninin millet ittifakından uzaklaştırılmasıdır.” şeklinde yorumlar geldi.
Şehit haberleri ajanslara düşmeye başladığında PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın tehditler dolu videosu yayınlandı. Videoda “savaşı şehirlere taşımaktan ortalığı kan gölüne çevirmekten” bahsediyordu. 7 Haziran seçimleri öncesi yaşanan terör olaylarının tazeliği zihinlerde dururken yeni gelişmeler tekrar aynı atmosfere çekilmek istenen bir Türkiye izlenimi veriyordu. Öte taraftan ilk Pençe operasyonu, 28 Mayıs 2019 tarihinde yapıldı. Son üç yıl içinde Türkiye, Pençe-2, Pençe-3, Pençe-Kartal, Pençe-Kaplan, Pençe-Yıldırım ve Pençe-Şimşek operasyonlarını gerçekleştirdi. Hatta kuzey Irak topraklarında ileri karakol üs bölgeleri bile kuruldu. Bu bakımdan sürpriz operasyon eleştirisinin temelsiz olduğu kanaatindeyim.
Peki Bu Operasyonu Nasıl Okumalıyız?
Biraz geriden gelerek bu sorunun cevabını arayalım. Türkiye artan saldırılara karşı ilk sınır ötesi operasyonunu 1983’te Irak’ta, dönemin Baas rejimiyle yapılan anlaşmayla gerçekleştirdi. O günden bugüne resmi kayıtlara göre 19 büyük çaplı operasyon yapıldı. Operasyonların genellikle PKK saldırılarına karşı bir reaksiyon olarak icra edildiği görülmektedir. Uludere-Taşdelen baskını, Dağlıca baskını, Aktütün baskını gibi çok sayıda şehit verdiğimiz saldırıların ardından TSK geniş çaplı sınır ötesi operasyonlar icra etmiştir.
Misal, görev yaptığım dönem yerinde de gördüğüm Şırnak Uludere’de sınıra sıfır noktada Taşdelen Karakolu 1992 yılında 500 PKK militanı ile saldırıya uğradığında karakol komutanı üsteğmen ve 26 er şehit olmuş, Jandarma Er Aydın Şahin PKK tarafından kaçırılmıştı. Saldırı görüntüleri televizyonda verilmiş, gazeteler geniş puntolarla PKK’ya lanetler yağdırmış, toplumsal tepki sözde kalmamış, gösteriler düzenlenmiş ve sınır ötesi operasyon icra edilmişti. Benim de bir yakın akrabam aynı tarihlerde bu saldırılar neticesinde şehit olduğu için toplumsal tepkiyi net olarak hatırlıyorum. O tarihe kadar yapılan sınır ötesi operasyonların, PKK’nın gücünü kırmak adına etkisiz olduğu PKK’nın daha sonra yaptığı saldırılarla anlaşılsa da dönemsel olarak kamuoyunun gazının alınıp asker kayıpların sorgulamasını önlemek adına işlevsel olduğu söylenebilir.
1999 yılına gelindiğinde Abdullah Öcalan teslim edilmiş ve 2 Ağustos 1999’da Öcalan PKK’ya “Ateşkes ilan et, Türkiye’yi terk et” talimatını vermiştir. PKK’nın bocalama dönemine girmesiyle ortalık sakinleşmiş, Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt yönetimi ile ekonomik ilişkileri artan bir ivmeye girmiştir.
2000 Sonrası Yeni PKK
2000’li yıllar PKK’nın yeniden yapılandığı ve daha da güçlendiği bir dönem olmuştur. Liderini kaybeden örgütlerde görülen fikir ayrılığı ve ardından gelen parçalanma PKK’da yaşanmamış, yeni duruma uygun öğütlenmesini oluşturup emir komuta zincirini kısa sürede kurmuştur. Hatta “İmralı Adasında tek kişilik hapishanesinde Öcalan” figürü Kürt gençleri arasında yayılmış ve PKK’ya katılımları artırmıştır.
2004 yılında yeniden eylemlere başlayan PKK, 2005 yılında Ortadoğu ve Avrupa’dan 213 üst düzey PKK yöneticisinin katılımı ile “KCK Sözleşmesini” kamuoyuna duyurdu. Sonraki yıllarda ismini çokça duyacağımız KCK sözleşmesi aslında bir anayasaydı. PKK’nın, kuruluşundan itibaren uyguladığı “stratejik savunma”, “stratejik dengeleme” ve “stratejik saldırı” yöntemlerine yeni bir boyut kazandırmış oluyordu.
KCK sözleşmesi ile PKK silahsız yöntemlerle sivil alanda devletleşmeye gidiyor algısı güvenlik bürokrasisinde ciddî bir paniğe neden oldu. KCK’nın ne olduğu ve nasıl tedbir alınması gerektiği üzerine yoğun çalışmalar yapıldı. KCK sözleşmesi ile sivil alanda yeni bir sinerji yakalayan PKK, 2006 yılından itibaren silahlı eylemlerine de hız verdi.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “Kuzey Irak’ı bizi biri gözetliyor evi gibi gözetliyoruz.” sözünden hemen sonra Dağlıca ve ardından da Aktütün baskınları gerçekleşti. Bu gelişmelerin akabinde İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduğu 2008 yılının bahar ayında Kuzey Irak’a Güneş Operasyonu düzenlendi. KDP bu operasyonda çekimser kaldı. Burada bir parantez açarak 2009 yılında açılım süreci için AKP Hükümeti tarafından PKK ile ilk temasların kurulduğunu da belirtelim.
2010 sonrası ise Suriye İç Savaşı’nın oluşturduğu yeni dinamikler bölgesel aktörlere büyük avantajlar sağlıyordu. Bu aktörlerden birisi olan PKK’nın ortaya çıkan avantajlı durumları çok iyi kullandığı birçok uzmanın ortak görüşüdür. Türkiye’de açılım süreci devam ederken PKK, ABD desteği ile IŞİD’e karşı yürütülen savaşa var gücüyle destek verdi; öyle ki Türkiye’de bulunan militanlarının büyük bölümünü Suriye’ye kaydırdı. Bu nedenle PKK açısından açılım sürecinin zaman kazanma hamlesi olarak değerlendirildiği güçlü bir görüş olarak dillendirilir.
KDP ise fırsatı kaçırdığını, Kuzey Suriye’de kendine rakip yeni bir Kürt yönetiminin oluştuğunu anlamaya başlamıştı. Ayrıca PKK ile organik bağı olan PYD’nin Rojova’da etkin olması yetmiyormuş gibi PKK’nın Irak-Suriye sınırında Kürt bölgelerini birbirine bağlayan stratejik Şengal Dağı’nda kontrolü ele geçirmesi KDP için de kabul edilemezdi. Türkiye de mevcut Suriye politikası nedeniyle Şengal Dağına PKK ve İran’ın paramiliter grubu Haşdi Şabi’nin yerleşmesine şiddetle karşı çıkıyordu.
Batı açısından öncelikli konu ise, Kürt bölgelerinden çıkan petrol ve doğal gazın güvenli yollarla batıya taşınması ve bunun için de kendi ayakları üzerinde durabilecek bir yapının inşasıdır.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile Rus gazına alternatif olacak her seçenek gibi Kürt bölgelerinin petrolünün ve doğal gazının değeri de arttı. Bu kapsamda genel manzaraya bakıldığında ABD, Türkiye ve Avrupa’nın ortak çıkarlarına uygun adı konmamış bir konsensüs gereği PKK’nın frenlenerek KDP’nin önü açılmak isteniyor kanaatindeyim. ABD, çıkarları gereği dönemsel olarak PYD’ye destek verse de uzun yıllardır birlikte hareket ettiği KDP’ye ve Erdoğan’a rağmen vazgeçilmez Türkiye’ye karşı, daha karmaşık bir yapıya sahip PYD ile devam etmesi zor görünüyor. Irak ve Suriye petrolünün istikrarlı bir gücün kontrolünde olması ABD ve Avrupa’nın temel önceliğidir.
Suriye’de Kürtler için bir statü planlayan ABD’nin KDP’nin bölgede etkin olmasını istemesi bu nedenle daha güçlü bir ihtimal olarak görülebilir. PKK’nın, dünya terör örgütleri listesinden çıkmak için son yıllarda eylem sayısını azaltıp lobi faaliyetlerini yoğunlaştırması da bu bağlamda değerlendirilebilir.
AKP ve ortakları ise her zamanki gibi bölgede olan biten gelişmeleri okuyamıyor. AKP kısa vadede PKK’ya vurulacak her darbeyi iç kamuoyuna satacağından dolayı halinden memnun ve uzun vadede Türkiye’yi bekleyen tehditleri görmeme eğiliminde.