Klasik bir söz vardır: İnsanlık tarihi, göçler tarihidir. Pek çok topluluk, bir zamanlar yerinden ayrılmış, kimi zaman savaşın, kimi zaman umudun peşine düşmüştür. Bu açıdan bakıldığında göç, yalnızca bir yer değiştirme değil, bir yenilenme eylemidir aynı zamanda. Her göç, eski kimliğin kabuğunu kırar, yeni bir toplumsal denge arayışını başlatır.
Önceki dört yazımda Yahudi halkının uzun göç serüvenini ve bugüne yansımalarını ele almaya çalıştım. Bu göç insanlık tarihindeki en çarpıcı yeniden doğuş hikâyelerinden biridir. Yüzlerce yıl önce başlayan Babil’den Avrupa’ya, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan bu yolculuk; sürgünlerin, arayışların ve yeniden kurulan hayatların zinciridir. Her göç dalgası, Yahudi toplumuna paha biçilmez tecrübeler kazandırmıştır: Dayanıklılık, örgütlenme becerisi, eğitim ve toplumsal dayanışma kültürü gibi. Bugün Yahudi halkının ve İsrail toplumunun bilimden sanata, ekonomiden siyasete uzanan gücünün ardında, işte bu göçle yoğrulmuş tarihsel dinamizm yatar. Göç, bu halkın hafızasında yalnızca bir travma değil, aynı zamanda yenilenmenin ve kimliği yeniden üretmenin en güçlü aracıdır.
Göçün bu dönüştürücü niteliği, birçok kültürde ve dinde manevi bir anlam da kazanmıştır.
İslam tarihinde “Hicret”, göçün kutsal bir anlam kazandığı dönüm noktasıdır ve ahlaki bir eylem olarak toplumsal dönüşüm yaratabilme gücünün göstergesidir. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti, zulümden kaçışın daha ötesinde, adalet, dayanışma ve ortak yaşam temelleri üzerine kurulu yeni bir toplumun doğuşudur.
Türklerin Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya, oradan Balkanlara uzanan göçleri de benzer bir yenilenmenin ifadesidir. Bu büyük hareketlilik, yalnızca coğrafyayı değil, kültürü de dönüştürmüştür. Her durakta yeni bir sentez, her birleşmede yeni bir kimlik doğmuştur. Göç, Türk tarihinin itici motoru, Anadolu’nun çok katmanlı medeniyetinin kaynağı olmuştur.
Benzer biçimde, Fenikelilerin Akdeniz’e, Vikinglerin kuzey denizlerine, Avrupalıların Amerika’ya yaptığı göçler, insanın merak, cesaret ve yenilenme isteğinin evrensel göstergesidir.
Bugün de göçler sürüyor. Savaşlar, iklim krizleri, politik baskılar, eşitsizlikler insanları yerinden ediyor. Fakat her hareketlilik, toplumlara kendilerini yeniden düşünme fırsatı sunuyor.
Uygarlıklar, insanlığı etkileyen büyük fikir hareketleri göçlerin ardından doğmuştur. Roma, Endülüs, Kudüs, İstanbul… Hepsi bir hareketin, bir geçişin, bir yeniden doğuşun ürünüdür. Velhasıl insan yer değiştirdikçe yalnızca toprağı değil, tarihini, düşüncesini ve duygulanışını da değiştirmiştir.
Bugünün dünyasında ise göç, artık tüm insanlığın ortak hikâyesine dönüşmüştür. Bir ülkeden diğerine, bir kimlikten başka bir kimliğe, hatta bir fikirden yeni bir fikre yapılan her geçiş, insanın değişime açık doğasını yansıtır olmuştur. Bu yansıma sonucunda göçmenlik, çağımızda küresel bir aynaya dönüşmüştür. Bu aynada kimi kendi geçmişine, kimi geleceğine bakar ama herkes bu aynada mutlaka kendinden bir parça da görür.
Bitirmeden, bir hususu daha vurgulama ihtiyacı hissediyorum. Toplumların olgunluğu, farklı köklerden gelen insanları nasıl karşıladıklarıyla ölçülür. Hiçbir medeniyet, yerinde durarak büyümemiştir. İnsanlık, hareket ettikçe olgunlaşmış, farklılıklar birbirine yaklaştıkça ortak bir hafıza ve tahammül eşiği doğmuştur.
Göçü bir tehdit değil, öğrenme ve dönüşüm fırsatı olarak okuyan toplumlar, ortak hafızayı çoğaltan, farkındalığı yüksek, katılımcı kuşaklar yetiştirmeyi öğrenmiş olacaklardır. Böylece çeşitlilikten bir rekabet değil, bir ortak gelecek kültürü doğacaktır. Zannediyorum bu noktada göçün bir dağılma değil, bir kaçınılmaz yeniden doğuş olduğunu ifade etmek abartı olmayacaktır.
















