Sevdiklerinizle, en yakınlarınızla veya akrabalarınızla ne kadar küs kalabilirsiniz? Bir saat? Bir gün? Bir Hafta? Belki de bir ay.
Affedilemeyecek bir hata sonucu tamamen yolların ayrılmasından bahsetmiyorum. Sebebi ne olursa olsun kalbiniz taşlaşmamışsa ciddi olmayan meselelerde dargınlık süresini uzatmak istemezsiniz.
Toplum olarak biraz “kinci” olduğumuz doğrudur. Her ne kadar duygusal olsak da affetmek ve barışmak bizim için kolay işler değil. Ceviz kabuğunu doldurmayacak meselelerden yıllarca küs kalan akrabalarımız ve tanıdıklarımız var. Siz de muhakkak şahit olmuşsunuzdur yok yere yıllar süren dargınlıklara.
Aslında merak ettiğim, yakınlarımızla ne kadar dargın kalabileceğimiz değil, düşmanlarımızla aramızdaki husumeti ne kadar sürdürebileceğimiz.
Türkiye’de bir anket yapıldığını ve ‘Dünyada barışı en çok isteyen ve bu yönde en çok girişimi olan ülke hangisidir?’ sorusunun sorulduğunu düşünelim. Cevabı çok yüksek oranda ‘Türkiye’ olacaktır. Çünkü zannediyoruz ki ülkemiz ve milletimiz dünya barışı için çok mühim bir konumda. Diğer ülkeler menfaat için bu tarz davranışlarda bulunurken biz hep iyi niyetimizle ve karşılık beklemeksizin davranıyoruz. Ya da en azından biz öyle olduğumuzu sanıyoruz.
Devletler Savaşla Kurulur İşbirliği ile Korunur
İkinci Dünya Savaşında Pearl Harbor saldırısını düzenleyen ve binlerce ABD Askerini öldüren Japonlara karşı, ABD’nin, tarihin ilk Atom bombası saldırılarıyla mukabele etmesi sonucu karşılıklı düşmanlığa dönüşen ABD – Japonya ilişkilerini ele alalım. Yaklaşık 230 bin vatandaşını saniyeler içinde yok eden ülke ile savaşın üzerinden çok zaman geçmeden ticari ve askeri ilişkiler kurabiliyor ve dostluktan bahsedebiliyorlar. Geçmişe sünger çekip hatalardan ders alabiliyorlar. Düşmanlıkları ebediyen devam ettirmek yerine çözüm ve yeni işbirliklerinin önünü açabiliyorlar. Dahası, önümüzdeki günlerde de Hipersonik silahlara yönelik yeni bir anlaşma imzalayacaklar.
Ülkelerin de insanlar gibi duyguları ve psikolojileri vardır. Devletlerin de kabuk bağlamayan yaraları, silinmeyen acıları vardır. Buna rağmen daha önce karşı karşıya geldiniz diye, hiçbir ülkeye ebediyen düşmanlık besleyemezsiniz. Rakip gördüğünüz bir ülkenin her açıklamasını, her hareketini kendinize tehdit olarak algılayamazsınız. Hayat sürekli şizofreni ve paranoya ile devam etmiyor. Evet, topraklar belki kanla ve savaşla elde edilir, fakat kanla ve düşmanlıkla korunmaz. İş birliği, dostluk ve anlaşmalarla korunur.
Yaşananların Sorumlusu Hep Dış Güçler mi?
Ülke olarak birkaç istisna hariç herkesin bize düşman gözüyle ve kıskanarak baktığı düşüncesindeyiz. Çok yakın bir iş birliği içinde olduğumuz müttefik ülkeler de buna dahil. Sanıyorum savaşmadan bu kadar düşman biriktiren başka bir ülke görebilmek mümkün değildir. Üstelik kendisini barışın ve güvenliğin temsilcisi ilan etmesine rağmen.
Gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse tek kutuplu dünya düzeninde hiçbir ülkeyle tam olarak dost olabilmiş değiliz. Yaklaşık bir asırdır hiçbir savaşa girmemiş olsak bile düşman sayımız hiç azalmıyor. Müttefik olduğumuz ülkelerle bile ilişkilerimiz pamuk ipliğine bağlı. Ticari ve askeri işbirliğimiz olması gerekenin çok altında. Ortaklarından olduğumuz projelerde bile, sıra paylaşıma geldiğinde dışarıda bırakılıyoruz. İşin ilginç yanı bu durumun hükümet politikası ile sınırlı olmaması. Toplumun büyük kesimine göre dünya dengelerinde güç sahibi olan hemen her ülke ve millet bize düşman, ülkemiz üzerinde kötü emelleri var ve dahası gizliden gizliye de bize hayranlar. Yaşanan her sansasyonel olaydan da sorumlu onlar…
Dış politikamızın bu denli değişken ve zayıf olmasının en büyük sebebi, bir kişinin iki dudakları arasında olmasıdır. Bilhassa bu kişinin zaafları ve uluslararası boyuttaki suçları nedeniyle. ABD, Halkbank ve yolsuzluk dosyalarını kullanarak istediklerini yaptırırken, Rusya, 15 Temmuz ve IŞID Petrolleri üzerinden taviz koparıyor. Bunun sonucu olarak NATO üyesi bir ülke iken S-400 sistemlerini satın alıyoruz. Fakat baskılar nedeniyle sistemi aktif hale getiremiyoruz. Dün dost olduğumuz Mısır, Suriye, Suudi Arabistan gibi ülkeler yanlış siyaset sonucu bize karşı durumdalar. Dış siyasetin, aynı inançtan olduğumuz ülkelere bile bu denli olumsuz bakış açılarıyla dolu olması, halkın diğer devletlere güvenmemesinin bir ürünü mü yoksa devletin bakışının halka da sirayet etmiş olması mı, orası muamma. Gerçek şu ki bu düşüncenin şimdiye kadar zarardan başka sonucunu görmedik.
Bu konuyu daha net açıklayacak çok örnek var aslında. Mesela Hollanda, siyasilerimizle ilgili olumsuz bir açıklama yapsa hemen portakal doğrayarak tehdit ediyoruz. Fransa, basın özgürlüğümüzü eleştirse horoz kesiyoruz. Amerika, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğine dair uyarıda bulunsa dolar yakıyor, telefon kırıyoruz. Bana kalırsa en orijinali Çin’i protesto etmek için Taksim’de çekik gözlü olduklarından dolayı Çinli sanılarak bize karşı en vefakar ve dost olan Güney Koreli insanlara saldırılması. Dış politika stratejimiz bundan daha iyi anlatılamazdı bence…
Ezelden beri söylenegelen bir söz durumu çok net açıklıyor aslında: “Türkün, Türk’ten başka dostu yoktur”.
Peki bu söylem ne kadar doğru? Gerçekten biz Türkleri seven, sempati duyan başka milletler yok mu? Tüm ülkeler bize saldırmak veya yok etmek için fırsat mı kolluyor?
Bu minvaldeki soruların cevabını tek bir delille ortaya koymak mümkün bence. ‘Yunanistan’ ve ‘Yunan’ kelimesini duymak bile ülkemizde kaşların çatılması, sinirlerin gerilmesi için yeterli. Son savaştığımız ülke olması mı yoksa hala siyasi sorunların olmasından mıdır bilinmez, inanılmaz bir Yunan düşmanlığımız var. Birisine hakaret etmek için kullanılan en ağır sözlerden birinin ‘Yunan’ olması bu durumun özeti. Onların da bize karşı böyle hissettiklerine inanılıyor. İşin doğrusu Yunanistan’a gidinceye kadar ben de bu düşüncedeydim. Çünkü hem okullarda hem de yaşadığımız çevrede böyle inanılıyor ve anlatılıyordu. Evet, geçmişte düşmanlıklar ve savaşlar oldu. Fakat böylesi düşmanlıklar kardeşler arasında bile olabiliyor. Yunanistan’da kaldığım 9 aylık süre içerisinde Türkler ile alakalı tek bir olumsuz söz duymadığım gibi tahmin bile edemeyeceğim dostluk, sıcaklık ve destek gördüm. Zannedilmesin ki onlar bizden hiçbir zarar görmedi. Askerliğini Türkiye’de yapmış ve yıllarca hizmet etmiş Yunan asıllı bir doktorun, malları yağma edilip kovulurcasına gönderilmesine rağmen Türkiye’den bahsederken gözlerinin dolduğunu gördüm. Türk olduğumuzu öğrenen insanların ilk tepkileri tebessüm ve “Kardeş”, “Komşu” sözleri oluyordu. Sohbet ettiğimiz herkes, bizlerin kardeş milletler olduğumuzu ama politikacıların bizleri düşman gibi tanıtarak siyaset yaptığını söylüyordu.
Almanya ve Almanlar ile ilgili de benzer sözleri söylemek mümkün. Anketlere göre %68’lik bir oranda Almanlar düşman görülüyor. Nüfusunun %10’undan fazlası Türk olan ve hala Türklere kucak açan Almanlar neden Türk düşmanlığı ile yanıp tutuşsunlar ki. Almanların Türkiye’den gelen ilk işçi grubunu mehter marşları ve çiçeklerle karşıladığını duymuştum. Çünkü onların zihnindeki Türkler, Birinci Dünya Savaşına birlikte girdikleri, güçlü, cesur, fedakar, dürüst ve ahlaklı Osmanlı askerleriydi. Sonrasında her ne gördülerse Türklere karşı şüphe ile yaklaşıyorlar. Şu an bizlere mesafeli olmalarının sebebi bizim onların beklentilerinin çok altında kalmamız olamaz mı?
Her meselede kolaya kaçan, vergi kaçırmaya çalışan, devletten işsizlik maaşı alıp kaçak olarak çalışan, Almanya’da kazandığı paraları yasal olmayan yollarla Türkiye’ye kaçıran insanlara karşı Almanların tepkileri, şu an Türkiye’deki Suriyelilere karşı yapılanın yanında çok hafif kalmaz mı?
Oy Kazanmayı Değil Dost Kazanmayı Hedefleyen Bir Dış Politika Şart
Bildiğimiz en büyük düşman milletler bize karşı bunları hissediyorsa kendimizi sorguya çekmekte fayda var. Belki de biz kendimize sanal düşmanlıklar üretiyor, yel değirmenlerine savaş açıp kendimizi dünyaya kapatıyoruz. Bizim dışımızdaki hiçbir milletin bize denk olmadığını düşünüyor ve hala tarihi başarılarla övünüyoruz. Dünyanın yeniden huzura kavuşması için kendimizi kaçınılmaz baş aktör görüyoruz. Bu durumun bilinçaltında yatan sebeplerini ve gerekçelerini çözümlemeyi sosyal psikologlara havale edebiliriz. Fakat ülke olarak uluslararası sistemi çok iyi kavrayamadığımız bir gerçek. Milletleri genel bir kalıba sokuyor ve tek bir örnek üzerinden tüm toplumu mahkum ediyoruz. Hal böyle olunca başarısızlıkların asıl sorumlularını gözden kaçırıp, sorumluların bize sunduğu, “var olmayan” düşmanlara karşı kin besliyoruz.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde ekonomik ve sosyal olarak zorluklar yaşıyoruz. Dile getirmekten hicap etsek de iflas etmek üzere olan bir ekonomimiz var. Sadece ülke içinde değil, uluslararası alanda da işbirliği ve yardımlaşmaya her zaman olduğundan daha muhtacız. Dışa dönük politikamızı belirlerken oy kazanmayı merkeze alan değil, gerçekçi, ticari ve bölgesel ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan adımlar atmalıyız.
Öyle düşmanlar vardır ki zor günler yaşadığın zamanda karşılık beklemeden elini uzatır. Bazı dostluklar da vardır ki düşmana ihtiyaç bırakmaz. Dost görünür ama kötü gününüzü fırsat bilip malınızı yağmalar.
17 Ağustos 1999 Marmara depreminden sonraki süreçte ve geçtiğimiz senelerde çıkan orman yangınlarında karşılıksız yardıma koşan ilk ülke Yunanistan, mali desteğe muhtaç ekonomimize vereceği para karşılığı en kıymetli kurumlarımızı satın alan Katar. O halde sormak lazım, kim dost kim düşman?