Hukukun Çöküşü ve Adaletin Peşinde: Boşuna mı Konuşuyoruz?

Bugün hukuktan bahsetmenin bir anlamı var mı? Hukuksuzluğun böylesine kökleştiği ve yaygınlaştığı bir ortamda, adalet üzerine konuşmak, gerçekten bir şeyleri değiştirebilir mi?

Hukukun, toplumsal düzenin temel direği olduğuna inanıyoruz. Adaleti sağlamak, hakları kazanmak ya da kaybetmemek, bireyleri keyfi müdahalelere karşı korumak için var olduğunu düşünüyoruz.

Bununla birlikte hukukun var olması ile işlevsel olmasının, beklentilerimiz ile ortaya çıkan gerçekler arasında oluşan uçurumun büyük toplumsal sorunlara kaynaklık ettiği gerçeği ile de karşı karşıyayız.

Adaletin olmadığı yerde ne olur? Keyfilik hüküm sürer, güçlü olan haklı sayılır, hak zayıf görülenin elinden alınır ve bu süreç kanıksanır. İnsanlar önce öfke nöbetlerine tutulur, sonra yorulur, en sonunda da adeta öğrenilmiş bir çaresizlikle maruz kalınan durumu kabullenir. Ve bu kabulleniş, her halükarda zulmün devamını sağlar.

Hukuk adaletin değil iktidarın elinde bir güç mekanizmasına dönüşür. Suçluların kim olduğuna yasalara göre değil, siyasal iktidarın çıkarlarına göre karar verilir. Mahkemeler güçlüye göre şekillenir, muhalifler sindirilir. Toplum ise her gün yeni bir hukuk ihlaline tanıklık etmesine rağmen, sessiz bir izleyici olarak mutlu/mesut baş aktörleri (iyi ya da kötü olduklarına bakmaksızın) alkışlar.

Elbette tehlike sadece iktidarın hukuku çiğnemesi değil. Siyasal ve toplumsal muhalefetin hukuksuzluklar karşısında sessiz kalması, hatta zaman zaman ona ortak olması, bu kötü sistemi sürdürülebilir hale dönüştürür. Muhalefet, gerçek bir değişim mücadelesi vermek yerine, sistemin sınırları içinde kalmayı tercih eder. Bu pasiflik, adaletsizliği kaçınılmaz bir olgu haline getirir. Ve nihayetinde suskunluk, adaletsizliği normalleştirir.

Oysa hukuku savunmak, yalnızca bir nostalji meselesi değil, aynı zamanda geleceği şekillendirme gayretidir de.

Tarih, en baskıcı dönemlerin, en büyük değişimlere zemin hazırladığını defalarca göstermiştir. Bugün de tarih tekerrür ediyor ve şimdiki bilinçli konuşmama hali, yarın hukuku tamamen kaybedeceğimizin bir işareti olarak önümüzde duruyor.

Sessizliğin ve Çaresizliğin Anatomisi

Toplumlar bir anda çökmez. Baskı, zamanla normalleşir ve kötülük sıradanlaşır. Önce cesurlar konuşur, sonra onların sesi kısılır, ardından herkes susar ve o noktadan itibaren artık yalnızca korku konuşur.

Sessizlik sadece korkudan mı ibarettir? Elbette hayır. Ve sessizlikten daha büyük tehdit, konuşmanın sonuçsuz kalacağına dair her gün biraz daha pekişen inançtır. İnsanlar, hukukun artık işlemediğini kabullenmiş durumda. Bir adaletsizlik karşısında verilen her tepkinin sonuçsuz kaldığını görmek sessizler güruhunu daha da çoğaltmakta.

Kendini muhalif olarak tanımlayan neredeyse herkes artık cümlelerini tartarak kuruyor. Baskıya direnmenin yerini, baskıya uyum sağlamak aldı. Hukuksuzluğa gösterilen tepkiler daha kontrollü, daha cılız hale geldi.

Kanıksama en tehlikeli durumdur. Hukuksuzluk uzun müddet devam ettiğinde, toplumun büyük bir kesimi onu olağan bir durum olarak algılar. Birçok insan artık adaletsizliği bireysel dertleri arasına bile katmaz.

Peki, bu sessizliği nasıl bozabiliriz?

Öncelikle hukuksuzluğun olağanlaşmasına direnmeliyiz. Korkunun pranga olduğunu, sadece ve sadece direncin onu kırabileceğini hep hatırımızda tutmalıyız. Zira adalet yalnızca onu talep edenler tarafından var edilebilir.

Hukuka Dair Konuşmanın Anlamı ve Etkisi

Peki, bugün hukuktan bahsetmenin bir anlamı var mı? Hukuksuzluğun böylesine kökleştiği ve yaygınlaştığı bir ortamda, adalet üzerine konuşmak, gerçekten bir şeyleri değiştirebilir mi? Çok sorduğumuz ve en umutsuz cevapları duymaya ya da dillendirmeye mahkûm olduğumuz sorulardan biri bu.

Bir toplumda hukukun değeri, onun ne kadar konuşulduğuyla değil, aksine ne kadar susturulduğuyla ölçülür.

Hukuk, yalnızca mahkemelerde değil, toplumun vicdanında yaşar. Hukuksuzluk en çok, hukuku savunan sesler kesildiğinde güçlenir. Eğer hukuktan bahsetmek anlamını yitirirse, hukuksuzluk zaten kazanmış ve hepimiz yaşayan kölelere dönüşmüşüz demektir.

Suskunluk, adaletin katilidir. Onu savunmak, entelektüel bir çaba değil, bir varoluş mücadelesidir. Bugün hukukun nasıl bir baskı aracına dönüştüğünü anlatmak, hukukun hala var olduğunu iddia etmekle mümkün olamaz. Onun nasıl gasp edildiğini ifşa etmek gerekir. Bunu sağlamanın yolu ise temennilerden ziyade varlığımızı kuşatan prangaları gözler önüne sermekle mümkün olabilir.

Kayıtsız ve Kaygısız Toplum

Normal şartlarda hukuk ihlallerinin bir skandal haberi olarak manşetlere taşınması gerekirken bugün insanlar, adaletsizlikleri bir magazin haberi başlığı gibi tüketiyor.

Peki, bir toplum nasıl bu hale gelir? Bunun temel nedeni, adaletsizliğe seyirci kalmanın, ona ortak olmak anlamına geldiğinin umursanmamasıdır. Hukuksuzluğun en tehlikeli yanı, ona alışmaktır. İşte kısır döngünün başladığı yer de burasıdır: Öfke, yerini kayıtsızlığa bırakır, kayıtsızlık ise zulmü perçinler.

Hukuk, ancak savunulduğunda toplumun ortak paydası olabilir. Eğer adaletsizlik sadece izlenirse, bir gün herkes, izlediği sahnenin içinde bir mağdur olarak yer aldığını görür.

Yaşamakta olduğumuz tam olarak da budur. Kendi mahallesindeki dramı manşetlere taşıyanlar, karşı ya da komşu mahalledeki iniltileri duymuyorlar. Güçten zehirlenenler de kinden nefret kusanlar da intikam duygusundan başı dönenler de hepsi aynı motivasyonla hareket ediyorlar: “Hukuk benim işime yaradığı müddetçe adalet tecelli eder. Benim derdim bana yeter.”

Photo by Jon Tyson on Unsplash

Ne Yapılmalı? Susmak mı, Mücadele mi?

Adaletin yok olduğu bir düzende, insan beynini yakan en temel soru budur: Ne yapmalı?

Kimi sessiz kalmayı seçer. Çünkü konuşmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşünür.

Kimi, kendini korumak için susar. Çünkü ses çıkarmanın bir bedeli vardır.

Kimi de mücadele eder. Çünkü sessiz kalmanın bedelinin çok daha ağır olacağını bilir.

Bugün despot yönetimlerde hukuk sistemi, algısı ya da mücadelesi bu üç seçenek arasında sıkışmış durumda.

Kazanmaya odaklanan, yolu güvenli kılmaya odaklanmayan her duruş bir gün mutlaka yenilmeye mahkumdur. İyi ama nasıl?

Sadece kazanmak için değil, kaybetmemek için de mücadele etmenin gerekli olduğunu anladığımız gün kazananlar safında yerimizi almış olacağız. Hukuku yeniden inşa etmek, yalnızca hukukçuların ya da siyasetçilerin görevi değildir. Bu, adalet isteyen dahası adalete ihtiyacı olan herkesin sorumluluğudur.

Umut ve Direniş

Bugün açık ya da ima yollu adaletsizliğin bir kader olduğu topluma empoze ediliyor. Böylece toplumun direnme azmi kırılmaya çalışılıyor. Halbuki, tarihin en büyük dönüşümleri, en karanlık dönemlerde başlamıştır.

Tarih, kazananları bir cümleyle, direnenleri ise kahramanlık hikayeleri ile anlatır. Resmi tarih metinlerinde olmasa da halkın devreden hafızasında bu böyle gerçekleşir. Ve gerçekten kazananlar ise direnenlerdir.

Hukuksuzluk hiçbir zaman kendiliğinden sona ermez. Ama bununla birlikte hiçbir baskı rejimi de sonsuza kadar sürmez. Zulüm, kaçınılmaz olarak kendi karşıtını doğurur.

Peki, umut nerede?

Umut, susmamayı seçmekte, dayanışmada, direnmede.

Evet, bugün direnmek zor.

Ancak yarın, susanlar değil konuşanlar kazanacak.

Tarih, susanları değil, direnenleri yazacak.

Adalet, en karanlık zamanlarda bile geri dönmüştür.

Ve yine dönecek.