Evleneli henüz bir yıl olmamıştı. Teğmenliğinin son aylarındaydı ama hayatının en verimli ve enerjik günlerini yaşıyordu belki de. Bir yandan devletine ve milletine nasıl daha iyi hizmet edebileceğini ve katkı sağlayacağını düşünüyor, diğer yandan da gezilecek, görülecek yerlerin planlanmasını yaparak “iyi, güzel ve kaliteli zamanlar” geçirmek istiyordu bu hayatta. Her Türkiye genci gibi idealleri vardı.
15 Temmuz 2016 günü ise can dostunun düğününe gitmek için yollardaydı. Binbir çabasına rağmen Fenerbahçe Orduevi’den yer ayırtamamıştı. Olsun en azından Maltepe İkmal Maliye Okulu Misafirhanesi’nde yer bulmuştu. Hem düğünde Ataşehir’deydi zaten. Ki, iyiki Fenerbahçe Orduevi’nde yer ayırtamamış, yoksa iki ateş arasında kalabilirdi.
Düğünde can dostuyla ilgili bir şeyler söylemesi için uzatılan mikrofona aklına gelen, Arap Atasözü olarak bildiği, ilk şeyi söyleyiverdi.
“Öyle kardeşler vardır ki, onları aynı ana doğurmamıştır.”
Halbuki can dostu seçilmiş biri değil, atanmış biriydi. Biri Çanakkale’den, diğeri Batman’dan gelmiş, Menteş’de can dost olmuşlardı. Onları birbirine bu denli ısındıran bir kardeşlik sırrı olmalıydı askeriyede veya askeri eğitimde…
Düğünde her şey güzel giderken organizatör kadının “Terör alarmı varmış, köprü kapatılmış. Eğer Avrupa Yakısı’na geçecekseniz haberiniz olsun.” sözleri o güzel atmosfere sis perdesi indirmişti. Teğmen olmasına rağmen gelişmeleri takip etmeye çalışmıştı. (Halbuki eş zamanlı başka bir düğünde olan nice general gelişmeleri onun kadar takip etmeyecekti.) Çünkü terör ihbarı ve boğaz köprüsünün kapatılması hatırladığı kadarıyla daha önce olmamıştı. Çoğu televizyon kanalı normal yayınlarına devam ediyordu.
Misafirhaneye giderken E5’te askeri araçlar görmüştü. Lakin araçtaki askerlerde operasyon veya darbe ciddiyeti sezememişti. Sanki küçük bir köydeydiler de, birisi onları denize götürmeyi teklif etmişti. Ya da askeri aracı kaçırmışlardı da dolaşıyordu erler.
Maliye Okulu’nda herhangi bir hareketlilik yoktu. Devre arkadaşlarıyla beraber medyadan neler olduğunu anlamaya çalıştılar. O da neydi? Alt yazıda kendisinin çalıştığı birliğin komutanı Tuğgeneral Sadık Köroğlu’nun darbeciler arasında olduğu yazıyordu. Bu imkansızdı.
Sadık paşa milli ve demokratik değerlere bağlı bir subaydı. Kendisine kaç defa arza çıkmıştı. Kılı kırk değil yüz yarardı belki. Bir defasında 2 cm olması gereken sayfa kenar ölçüsünün 1.9 cm olduğunu gözüyle farketmişti. Bir başka sefer de gözüyle parantez içinin 7 punto olduğunu farketmiş ve düzeltme vermişti. Bu kadar dikkatli ve titiz birinin darbeci olması bile imkansızken masum insanların canına kıyanlar arasında adı nasıl anılabilirdi. Ama bu hesabın bir de sağlamasının yapılması gerekirdi.
Jandarma Okullar Komutanlığı’nda bulunan 300 küsür jandarma sınıfı teğmen o gece, gece eğitimindeler. Hepsine birer şarjör uzun namlulu silah mermisi verilmiş (30’ar mermi) ve farklı yerlerde güvenlik amaçlı beklemeleri söylenmiş. Hatta mesai bitmeden o gün izinli olanlar bile gece eğitimine Üsteğmen Muhlis Koçak tarafından teker teker aranarak çağırılmışlar. Lojmanlar bölgesinde “Terör saldırısı ihtimali var. Herkes silahını alıp nizamiyelere gelsin.” anonsu yapan bir araç da çoğu subay ve astsubayın görev başına gitmesine sebep olmuştu.
Jandarma Genel Komutanlığı’na saldırı ihtimalinden dolayı, oraya gidenlerden başka kışladan çıkan olmamış. Çıkanlar da bir olay çıkarmamış. Kışla içinde herhangi bir yaralanma veya ölümlü vaka olmamış. Sadık paşa darbeyi ima eden bir şey söylememiş. Yapılan tüm faaliyetler kışlaya yapılacak bir saldırıyı önlemeye yönelik olmuş.
İster darbeci olarak varsayalım, isterse terör örgütü üyesi olarak… Düşünebiliyor musunuz? Emrinde 10.000 mermili hazır kıta subay olan bir Tuğgeneralin bulunduğu bölgede herhangi bir yaralanma vakası bile yok. Emrinde savaş uçağı filolarının olduğu birliklerde bile gözaltına alınanlar menfi bir emir vermemişti. Akıncı’da siviller yüzleri kışla nizamiyesine doğru iken, sırtlarından vurulmuşlardı hatta. Gömlek arkadan yırtılmıştı…
Eğitimdeki teğmenler, dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar’ın açıklamalarını görüyorlar, Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarını görüyorlar, dönemin Jandarma Genel Komutanlığı Harekat Başkanı Tümgeneral Arif Çetin’in açıklamalarını görüyorlar. Onlar düşünüyorlar ki, kendileri eğitimdeler ve onları ilgilendiren bir durum yok. Ama 16 Temmuz 2016 sabahı yine Muhlis Koçak’ın talimatıyla silahlarını bırakıp yoklama alma bahanesiyle konferans salonuna gönderiliyorlar ve Albay Veli Tire’nin başında bulunduğu, uzun namlulu silahları olan bir grup tarafından “İfadenize başvurulacak, polis çok sinirli sizi elleri kelepçesiz görmesin, siz hepiniz birbirinizin ellerini bot bağcığıyla bağlayın.” denerek göz altına alınıp, çiftlik diye bahsedilen işkence üslerine götürülüyorlar.
Hem şahsi hem de askeri gurur taşıyan Sadık paşa ise, hiç alakası olmamasına rağmen kendi adının darbe ile veya terör örgütü ile ilişkilendirilmesine rağmen kışla dışına yönelik bir şey yapmıyor.
Darbe yapmaya kalkışıp başarısız olmanın neticesi bellidir. Dolayısıyla böyle bir şeye kalkışan biri herkese bir şarjör vererek kendini ve planı riske atmaz. Belki 5 taneden bile fazla, ekstra şarjör ve mermi verilmesi emri verir. Ama Sadık paşa böyle şeylere tevessül etmiyor. Gözaltına almaya geldiklerinde bile direnmiyor. Başına gelecekleri az çok öngören biri olarak, “Benim kalemimi kırmak istiyorsunuz he? Ben size gösteririm” diyerek, belki kardeş kavgasına dönüşebilecek bir yangının fitilini ateşlemiyor. Kaderine teslim oluyor. Çünkü insan yaptıklarından eminse, cellada gerek yok, ayağının altındaki kütüğe kendi de vurur.
17 Temmuz 2016 sabahı garnizon dışında olanların Jandarma Okullar Komutanlığı’na gelmesi emri verilir. Maliye Okulu Misafirhanesi’nde hazırlıklar başlar. Hazırlıklar başlar başlamasına ama medyada, kışla girişlerinde halkın beklediği, çıkanları linç ettiği, Ankara girişinde polisin arama yaptığı ve silahı olan askerleri göz altına aldığı haberleri vardır.
3 teğmen, hadi onlar linç edilsinler ama ya iki tanesinin eşi, onların canına zarar gelmesini göze alamazlardı. Üçü de araca binince beylik tabancalarını kurdular. Emniyeti açtılar. Şoför marşa bastı. Ama bir dakika! Bir şey olursa halk ile mi çatışacaklardı? Avam tabiriyle halka mı sıkacaklardı? Peki halkın tanımı kendi askerini linç eden, boğazını kesen demek miydi? Halk ile ilgili böyle bir tanım okumamıştı hiç. Yoksa bunu yapanlar halk değil miydi? Türkiye kimliği olmayan mankurtlar mı vardı acaba aralarında?
Başka soruları da sıralasa, istediği sorudan da başlasa cevap bulamıyordu. Aklına Sadık paşa geldi. Kendisine idol olarak aldığı kişilerden biriydi Sadık paşa. O ne yapmıştı? Emrinde hazır kıta 300 subay varken, emir verse o an kışlada bulunan subay, astsubay, uzman çavuş, er erbaş belki 1000 kişi daha toplayabilecekken, İzmir Foça’da yaz kampında bulunan 3000 küsür öğrenciyi de hareketlendirebilecekken, O bunların hiç birini yapmamış, assalar da kesseler de benim yüzümden haksız yere kimsenin kılına zarar gelmesin diye göğsünü siper etmişti.
Üçü de usulca emniyeti kapattılar ve şoför gaza bastı… Ne kışla dışında bekleyen halk vardı, ne de Ankara girişinde araçları arayan polisler. Sıkıntısız kışlaya vardılar ama yaz ortasında sanki kar, kış, kırağı kışladaki fidanları kurutup geçmişti…
Sadık paşa suçsuz ise, 15 temmuzla ilgili adı geçenler de en az onun kadar suçsuz muydu? Aklına “Benim adım Khan ve ben terörist değilim.” repliği geldi. Peki bu kişilerin suçlu olduğunu söyleyenler mi suçluydu? Peki buna inananlar da onlar kadar suçlu değil miydi? Hırsızlık ve yolsuzluk rejiminin ne kadar tehlikeli bir örgüt ve ülke için güvenlik problemi olduğunu düşündü. Bu sefer darbeyi siyasiler askere yapmıştı.
Sadık paşa ve gözaltına alınanlarla ilgili “Onlar en vatansever askerlerdendir ve onlar terörist değiller.” diyebildi içinden, 2 hafta sonra onların arasına katılacağından habersiz…