Evet, yine ben geldim. Ne yapayım, özlüyorum sizi. Akşama kadar işten güçten bir şekilde unutuyorum yokluğunuzu. Ama işten çıkıp eve giderken aklıma geliyor yine olmayışınız. Ev dediğime de bakmayın, yıkık dökük enkazlar arasında derme çatma bir çadır. Haluk Levent’in derneği verdi onu da. Onlar da Kızılay’dan satın almışlar.
Ne ironik değil mi? Bizim paralarımızla çadır alan Kızılay, çadırı bize parayla veriyor. Siz olsaydınız, o çadır da bana saray olurdu ya neyse. Yakın zamanda konteyner gelecekmiş bizim mahalleye ama bize konteyner verilmeyecek.
Hayır, hayır muhalif olduğum için değil. Devletten ev yardımı alacak vatandaşlar konteynerda kalırsa yardım yapılmayacakmış. Sen olsan “Buna da şükür” derdin ama ben “koskoca devletin” bunları yapmasını hazmedemiyorum.
* * *
Bizim durumumuz yine iyi. KHK’lı olanlara bu yardımlar bile yapılmayacakmış.
Yol boyunca ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Sağlı sollu dükkanların olduğu cıvıl cıvıl caddede şimdi ölümün sessizliği ve çığlığı yankılanıyor. Sağa sola saçılmış beton bloklar, birleşen katlar arasında sıkışıp kalmış mobilyalar, zeminle bir olmuş çatılar, inan hiç benzemiyor bizim mahalleye.
Yıkılmış evimize yaklaşırken artık hıçkırıklarımı tutamaz oluyorum. Sokakta, çocukların gürültü yapmasından şikayet eden teyzeyle göz göze gelince, karşılıklı bırakıveriyoruz gözyaşlarımızı. Sonra bakkal amcanın dükkanı çarpıyor gözüme. Gözümde eski halini canlandırarak konuşuyorum onunla. “Bizimkiler artık senden şeker, çikolata alamayacak” diyorum güç bela. Belki cevap verebilse o da acı bir tebessümle “Ben yine de ayırıyorum onlara” diyecek.
* * *
Biliyor musunuz, bugün o depremin birinci yıl dönümü.
Siz olmadan bir yıl nasıl dayandım bilmiyorum. Aslında o gün bizim için zaman durdu, sadece akrep ve yelkovan dönüyor işte. Tıpkı şairin dediği gibi “Hepimiz öldük, sadece sizi gömdüler.” Burası ise mezar taşlarının başında isimlerin değil, numaraların yazdığı, aynı mezara birden fazla kişinin defnedildiği, birçoğunu çocukların ve bebeklerin oluşturduğu acı dolu bir yeraltı bahçesi.
Aslında ben şu an buradaysam şanslı bile sayılırım. Sizin mezarınız başında oturup dertleşebilmek, ara sıra çiçek ve oyuncak getirip su dökebilmek bile lüks oldu. Kimisi ailesinin mezarını bile bulamadı, kimilerinin cansız bedenini ise molozların arasına katıp yeni yapacakları binalara malzeme yaptılar.
* * *
Geçen gün iş yerinde en sevdiğiniz şarkıyı duydum.
Şarkıyı dinlemek için kulak kabarttığım esnada birden çığlıklarınızı duymaya başladım. “Kurtarın bizi, çok üşüyoruz” cümlesinin yankısı aylarca kulağımdan gitmedi. Şimdi düşünüyorum da sizi teskin etmek isterken kullandığım sözler ne kadar da boşmuş.
Birazdan askerler, AFAD gelecekmiş de sizi kurtaracakmış. Önceki zamanlarda kurtarma ekipleri bağırırken şimdi enkazdakiler bağırıyor: “Orada kimse var mı?” diye. Yabancı ülkelerin yardım ekiplerinden bile sonra geldi askerimiz. Devlet hızlı kararlar alabilsin diye geçtiğimiz “Başkanlık Sistemi”, “Başkanın Keyfi İsterse” sistemine döndü.
Geçen gün ne dedi biliyor musun? “Merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse o şehre bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi?” Ona oy vermeyenleri bu şekilde cezalandırdığını ima etti. Hani Fırat’ın kenarında bir kuzuyu bir kurt yese bundan sorumlu olduğunu söyleyenler var ya Fırat’ın etrafı yerle bir oldu, üzerlerine bile alınmadılar. Ne istifa eden oldu ne de özür dileyen.
Depremden sonra uzun bir süre devlet ortada yoktu, ama vatandaşların desteğini ilk saatten beri hep hissettik. İnsanlar elinde avucunda ne varsa bizim için seferber etti. Tanıdık tanımadık, yerli yabancı herkes bize destek olmaya çalıştı. Ha, bir tek görevi bu olan kurumlar dışında. Görevi afet durumlarında yardım sağlamak olan AFAD, yapılan yardımları bile bize ulaştırmaktan imtina etti. Sebebi de neydi biliyor musunuz? Üzerlerinde “AFAD” yazmayan yardım malzemeleri vatandaşlara ulaştırılmayacakmış. Yani sözün özü; görevlerinin yarısını bile yapmayan sorumlular, sorumluluklarını bile bilmeyen yardım kuruluşları yapılan tüm yardımların da üzerine çöreklenip kendilerine menfaat elde etme peşinde.
* * *
Geçenlerde televizyonda bir devlet bakanı yanlışlıkla depremden hayatını kaybedenlerin gerçek sayısını açıkladı. Onlara göre 130.000 canımızı yitirmişiz. Halbuki güzelim mahallemizin şu anki halini uzaktan görsen bile bu rakamın da koca bir yalan olduğunu anlarsın.
* * *
Geçen ay Japonya’da bir deprem oldu. Onlar bu depreme “Asrın Felaketi” demediler. Belki de ölen insan sayısı bizimkinin binde biri bile olmadığı içindir. Hiçbir kurala uyulmadan deprem/fay hattı üzerinde ısrarla yeni evler, yeni binalar yapılmaya devam edilirse “Asrın Felaketi” sayısı artmaya devam edecek. Bu kadar sallanıp da bu kadar sallamayan başka bir memleket var mı bilmiyorum.
Tamam, tamam çocukların yanında siyaset konuşmayı bırakıyorum. İçimi kemiren o kadar dert, zoruma giden o kadar haksızlık var ki bazen dilimi tutamıyorum işte. Bugün de çenem düştü yine. Neyse, sen onlara masal anlatmayı unutma ama. Biliyorsun, karanlıkta uyumaktan korkarlar. Ben de en sevdikleri hikayeyi anlatayım. Onlar için bir ışık yakmaya gücüm yetmiyor, hiç değilse sesimi duysunlar. Sonra da gideyim ben. Nasıl olsa yarın yine gelirim. “Gelirken istediğiniz bir şey var mı?” diyebilmeyi ne çok isterdim. Sizi öyle çok özledim ki, bazen neden buradan ayrılıp gidiyorum ben bile bilmiyorum. Ama hayat devam ediyor işte. Ruh olmasa da nasıl oluyorsa beden yaşayıp gidiyor.